30 Eylül 2011 Cuma

Sonuçsuz


Konvoy ilerler, dağ ve taş ardında uçsuzlaşırdı,
Sıcaklığı peşim sıra ardımdan beni kovalardı,
Gözlerini andığımda beynim yerinden kaçardı,
Sesi kulağıma asılı çanları yerinden oynatırdı.


Ne işim var bu lanet yerde? Tek sahip, nakit,
Hayatı kazanmak gereken en önemli şey vakit,
Vakti öldüren yegane şey ise aşktı.
Aşkın yerine giyilecek yeni giysilere sahip kalp...


Bu yüzden ilerledikçe konvoy, bakmıyordum ardıma,
Ardım önüme düşmüştü, Azrail eşlik ediyor yanıma,
Tercihlerde var olmayan seçeneklerin eseri olmuştum,
Bir gökdelene götürüyorlardı, kastları yoktu hayatıma...


Ne işim var bu lanet konvoyda? Hava karanlık,
Onu görebilmek umuduyla tüm pencereler aralık,
Başka bir şehrin sokaklarını aranmam hataydı.
Sesi belki bulurdu, belki olmamalıydı, ayrılık


Ne işim var bu lanet rüyada? Uyanmam gerek,
Sokağı izleyebilmek için uyanmam gerek,
Ona benzeyenleri bir kenara ayırmalıydım.
Gelmesi için bir hayale dalıp uyanmam gerek...

29 Eylül 2011 Perşembe

Arsız

 Bazı şeyleri alırken iade etme korkusu olmasa, dünya bence sefil bir hal alırdı. Ki, insanlar zaten bu duyguyu unutmaya başladı, başlayalı yüzsüzlük bedenlere salgın oldu. İade, başkasının sevgisini alıyorsun ve ona geri veriyorsun. Bazıları eksik vermeyi seviyor, bazıları fazlasıyla verip karşısındakini şımartıyor. Şımarmaktan utananlar kısa süreli bir naz yapar, şımarmayı sevenler ise uzun süreli egoizme doyar.

 Egoistlik içimizde nasıl yer bulur? Ben bunu düşünüp bazen sinirleniyorum. Egoistlik, acizliktir. Sen olmayan yönlerini övüp, olan ezikliğini derine gömmek için uğraşıyorsun. Bu çok gereksiz, harcanılan vakte yazık. Bir de tezat şu ki, egosunun ezikliklerini gizleyebilen çok azdır. Eziklikleri ön plana çıkan arkadaşlar gelen geçenden laf yerler, sonra gitgide yüzsüzleşirler. Bu da çok acı bir hal. Bu tür insanlarla buluşmak gibi hatalara düşünce, içilecek en güzel şey; acı kahvedir. Suratınızı ekşittiğiniz zaman onların acizliğinden tiksindiğinizi anlamazlar, kahve sizi gizler. 

 Bu tür insanları bir kahve telvesinde boğmak, yapılabilecek en güzel şey...

Elleri


 O kadını tasvir etmeyi bitirince yarım kalan yemeğimi de bitireceğim. Soğuyabilir, umurumda değil, ona ulaştığımda nefesi yeterince sıcak olacaktır. Kesin konuşmamın sebebi, hatırladıklarım ve aklıma gelenlerdi. Sahi, ya ben düşünmeyi keseli iki aya yakın olmuştu. Düşünmeyi kesmekten söz ettiğim, geveş aşkları hayal etmekti. Ben vazgeçtim, umursamaz bir eros sıfatıyla okumu takacağım, fahişelere bakınıp vazgeçiyorum. Sözleri, eritip kalıplara döküyorum, nazar duası kadar önemli onlar benim için bir de o elleri…
 Bir bedene dokunduğunuzda eğer ki ellere ulaştıysanız, asla unutmayacak olduğunuz yegane organdır. Nereden biliyorsun? Sen kaç kez dokundun? Belki bunları sorarsınız, ben cevap vereyim. Bilmiyorum, hiç dokunmadım. Arada hep bir şeffaf cam oldu, cesaretim esir düştü, kıpırdayamadım. Ben dokunmaya cesaret edemiyorum, en basit örnek uzağa gönderdiğim bir şahsın sevgilisinin yanıbaşımda ağlaması ve benim ona sarılmaktan alenen korkmam idi. Topraktan gelmiştik, toprağa gidecektik. Toprağı şekillendirenler hor gördüğümüz “eller”di. En büyük aracı, öyle hor kullanıyorduk ki sanki bir kasko şirketi verilen tüm zararı karşılayacaktı. Fazla hatalı ve arsızdık. Dokunuşları, gereksiz yerlerde harcıyorduk. Gün gelecek ve eller bizden hesap soracaktı. O gün kıyamet gününde tek bir şey için dile gelmeyecekti, uzuvlar. Gereksiz yere boca ettiğin onca kıymetli anın hesabını da soracaklardı.
 Her şey hoş bir semada son buluyordu, ama ben hala unutamıyordum, o narin elleri…

Rüya Şehirler ve Kabus Sokakları



 Kentime hoşgeldin, küçük...
 Duvarına astığın o posterlerden farklı öyle değil mi? Hayalini kurduğun yıldızlar, sanayi dumanlarından ve şehrin lambalarından dolayı görülmüyor. Burada küçük bir eve sığdığın andan itibaren, şehir sana dar, ev ise bir malikane gibi gelir. Can sıkıcı olan şeyler var, elbette olacak. Mesela, evinde bulunan aynaya bakmaktan korkacaksın. Fakat, yansımanı gördüğün, ilk mağaza camının önünde kendini bulacaksın. Rüya şehirlerin ve şehirlerimiz, genellikle süper güç olan bir ülkenin rengarenk başkentidir. Aslında, başkentler hiç bir zaman rengarenk olamazlar, onlar bulanık ve dumanlıdır. Biliyor musun? Bazen hayal kurmaktan kaçınman gerek, geç oldu, ama bunu da öğrendin. Belki, burada olmayacaktın, küçük.
 Rüya Şehirlerin, bolca Kabus Sokakları vardır. Bu Elm Street gibi değil, daha gerçekçi ve can acıtan türdendir. Sokaklar, her şeyi içine çeker. Adım atmanla, gölgenin esir düşmesi bir olurdu. Bedenini tırmalayacak çok fazla, boş bakışlı vardı. Acı çekmen kimsenin umurunda olmazdı. Burası, Rüya Şehirlerin, şımarık çocuklarının barındığı yerlerdi. Kimse, sana adaleti bir emzik misali vermezdi. Seni içine alabilecek türden, sıcak tenli ve soğuk düşlü insanlar vardı. Emeçleri dokunduğunda, soluk borusunda kesintiler hissederdin. Denizden uzak karanlık sokaklardan daha kötü bir şey yoktur. Bu yerlerde, tek sığınak gökyüzüdür. 
 Beni cezbeden yerler, denizin dibinde korku dolu gazete manşetlerine nazır sokaklardı. Bu tür yerlerde, ünlenmek benim için sanki değer gibi geliyordu. Deniz, beni fazla cezbediyordu. Hem karanlık denizden uzak sokaklardan daha avantajlı sığınaklar vardı. Limanlar ve mehtap...
 Küçük, sözlerimi biraz oturup tart. Ne demek istediğimi anlayacaksın, ama belki akıllanmayacaksın. Çünkü; rüya şehirler ve kabus sokaklarında senin ayılmaman için çalışan, gölgeler bulunur. Senin psikolojinden beslenerek şehir büyürdü. Senin sevgini emerek, insanlar ego sahibi olurdu. Sen aslında kocaman bir insansın, ben sana küçük diyorum. Çünkü; insanlar ne kadar uzaktalar ise o kadar küçük görünür bedenler birbirine, tepeden bakmak şart değil. Uzaklaştıkça, kalanlar küçülür. 
 Rüya Şehirler ve Kabus Sokaklarına bir giriş yaptık ve battık. Gömülerimize rastlayacak yeni bir ilham perisine kadar kelimeler yarım kalacaktır.

Artık


Bir bilsen, üşengeçlik edip o kadar çok ilhamı geriye gönderiyorum ki, insanlar ilham için ıkınıp sıkılıyor, ben ise sadece üşengeçliğimden ötürü vakit ayırıp bir şeyler karalamıyorum. Üstelik neşem fazlasıyla yerinde, babam için kafamdan övgüler yazıyorum. Çünkü; babam son zamanlarda üstün yetenekler sergiledi. Mesela, sınava uyanmam amacıyla kalkıp mızıka çaldı.(Normalde çalmayı bilmiyor.) 
 İnsanlar her şeyi kafalarında kuruyorlar, kurdukları oyuncakları takip edemeyince bir yerlerine çarpıp duruyor ve ödeme neden oluyorlar. Bazı şeyleri, az kurgulasak ve gerçekçiliğe biraz daha fazla yaslansak hayat bizi yormaz, sanırım. Çünkü; kişilerin yarattıkları bir dünya olmayınca, Yaratıcı sıfatına bürünmelerine de gerek kalmayacak. Bu da bizim için sağlıklı bireyler, uzun ömürler demek oluyor. Hayır, çevreye verilen zararlar bile rol icabı, hepsi içimizdeki biriken canavarın izlerinden kaynaklanıyor. Sürekli tüketim çılgınlıkları ile bünyemizi besleyip güçlendirdiğimizi değişimin ön ayağı olduğumuzu düşünüyoruz. Halbuki; değişim çoğu zaman bireyleri kabul etmez. Çünkü; tek başına gerçekleşen değişim, yavan kalır ve beklentilerinizin karşılığını alamazsınız.
 İşte tam bu noktada gerçekçi olmaktan söz ediyorum, kendimizi bilen kişi olmaktan.
 Düşünsene, sen kalkıp ben ölüyorum! diyorsun. Çevrendekiler sana yardım etmeden önce ölmeni bekliyorlar, çünkü yapımız böyle bir şeyleri gerçekten görmeyi seviyoruz. Bu karmaşıklığın nedeni yarattıklarımız ile unuttuklarımızın arasında sıkışıp kalmış olmamızdan kaynaklanıyor. Bir şeyleri sims oynar gibi yaratıyoruz, sevdiğimiz kişileri, yakın dostlarımızı… 
Oyun sarmayınca her şey başa dönüyor, tek bir tuşa basıyormuşçasına…
 Hayal alemini ateşe verip, sokaktaki dramın tatlı sıcaklığına kendinizi bırakın, bırakın ve gerçek bir oyun izlemenin keyfini hissedin.

25 Eylül 2011 Pazar

Geçen Gün

 Bugün 25 Eylül 2011, saat 04.55 ve Pazar günündeyiz. Neredeyse hemen her gün düşünebilmek için fazla vaktim oluyordu, ama öyle saatler var ki gece ve sabah ışıkları arasına sıkışmış, işte bu saatler arasında düşünmeye yönelmek insana bir şeyleri daha net gösteriyordu.

 Mesela, çalışıyorsan bilirsin. Sabahın ilk ışıklarıyla uyanıp işe gitmek için yola koyulduğunda gördüğün en net şey insanların hiç bir şeye aldırmayıp yollarına gittiğidir. O aldırış etmeyen bedenlerin altında yatanı biraz daha net görürsün. O saatlerde kimse senin nereye baktığınla fazla ilgilenmez. Ben bunu tecrübeyle sabit kılmıştım. Elbette ben henüz işe falan gitmiyorum, ama öğrencilik yıllarım sabahçı olarak geçmişti. Gittiğim okullar da evimden uzak olunca tek yaptığım şey hazırlanmak ve beni almak için gelen servise yönelmek oluyordu. Servise girdikten sonra bir cam kenarını seçip oturur ve dışarıyı izlerdim. E-5 üzerindeki araba topluluğunu geçtikten sonra işe yürüyen insanları izlerdim, işte onların yüz ifadeleri ve aceleci halleri bir şeyleri daha net sergiliyordu. 
 Bir insan çevresinde olup biteni net olarak anlamak istiyorsa, kafasını kaldırıp etrafında bulunan bedenleri seyretmelidir. 

 İnsanları çözebilmek için bir yogi kadar sabırlı olmanız gerekir. Mümkün olduğunca çok insan tanıyıp, çok azıyla yakın diyaloglar içine girmelisin. Herkesi sistemin merkezine oturtmaya kalkarsan, sistem bir noktada kopar ve ağırlıklar altında kalır. Fakat, yaşadığın sürece ne kadar insan tanırsan tanı, "kazık yememenin" bir garantisi asla olmayacaktır. Sen sadece, alacak olduğun yarayı en aza indirgemeye çalışırsın, ki bu da azımsanacak bir şey değildir. Sevdiğin insanı seçerken de bir hayli özen göstermen gerek, sevdiğin insanı çözebilmek için kendini kapatman gerekir. (Kendini kapatman gerekir, derken; Hislerini bir kutuya koyup, sağlıklı düşünmeye çalışman gerektiğini söylüyorum.) Sevgi, etkin bir kör etme aracıdır. Kişiyi kolay çözemezsin. 

15 Eylül 2011 Perşembe

Hoş Olmayan Değişim

 #Bazen değişim için başka bedenleri parçalamak gerekir. 


 Bunu bile bile yine ben değiştim, diyebilir misin? Hangi masumu katlettiğini söyler misin? Belki aklında kalan son çocukluk anını parçaladın ve sana kalan tek sıcak düşünceyi de soğuttun. Pişmanlık duyduğunu söylersen, yaptıklarının anlamı olmaz. Kafanı dik tutmaya da çalışma, asalet bazen bir insanın boynu bükük duruşunda gizlidir. Ben değiştim, diyordun. Birkaç gün önce ben değiştim, artık farklı bir hal alacak her şey, diyordun. Peki şimdi, sen değiştiğini kabul edecek misin? O halde katil olmayı seviyorsun, kan kokusu kullanacak olduğun tek parfüm...


 Birkaç gün önce yüzüne bakınca masum birini görüyordum. Fakat, sen değiştin. Bugün, bir katilin kemikli ve façalı yüzü senin bedeninde hayat buluyordu. Biliyor musun? Ben çok değiştim. Bunu inkar etmedim, kendimi bulmak için "Zamanın Efendisi" ile anlaşma yapmam gerekti. Bana en büyük katilin sıfatını sokuşturdu. Direnmiştim, eğer bunu kolaylıkla yapmış olsa bana o sıfatı elleriyle verdi, diyecektim. Fakat, korktum. Katil olmak neticede ne kadar sevilir? Bayramlarda elini öperken kaç çocuk iğrenecek? İğrendikleri kokunun kandan geldiğini kaçı anlayacak? Sen bir yıl içinde ne kadar değiştiğini sürekli olarak rapor edeceksin. Zihnin bununla gurur duyacak, kalbin ise bunları duydukça parça parça olacaktı. Fakat, kalp insanı sadece hayatta tutuyordu, senaryoda oynaman gereken rolü ise zihin üstleniyordu. Yani, her ne olursa olsun, zihnin kalbinden üstün geliyordu. Üstün gelmesi çok saçma diyeceksin, neticede kalp seni bağlıyor, neden ona itaat etmeyesin ki? Bunun cevabı çok basitti, sen bir insansın ve "Zamanın Efendisi" yerini doldurabilecek milyarlar tanıyordu. Bazen çoğalmak iyi bir fikir olmuyordu. Çünkü; insanlar çoğaldıkça daha kolay vazgeçiyor ve daha az değer veriyordu.


 Bunları hiçbiri gerçek insanların isteyeceği türden değildi. Aslında, bizi ayıran çizgi bu yolda belli oluyordu, biz gerçek insanlar değildik. Kendimizi saklamamız gerekmiyordu, yüz hatlarımızın güzelliği pek de önem teşkil etmiyordu. Çaldığımız ıslığın bize getireceği uğursuzluğu düşünmek büyük sorun değildi. Bizim için var olan büyük sorun hangi bedeni elde edebilecek olduğumuzdu. Hangi düşleri ele geçirip yıkmamız gerektiği ve hangi çocukları hatıralardan atmamız gerektiğiydi. Bunlar en büyük sorunlardı. Ne diyordun? Sen değiştin, öyle değil mi? Kendini bile bile ateşe atmayı tercih ettin. Kim için? Seni sevmesini istediğin birkaç et parçası ve sahte yansımalardan ibaret isimler için...


 İnsanları et parçası ve sahte yansımalarla tarif etmek pek de acınası, öyle değil mi? Gerçekçi olmak ve olayları  basitleştirmek hayat boyu acınası olmuştur. Olayları aslında basitleştirmediğinizi daha iyi bakış açısı sağladığınızı anlatmak istediğiniz vakit, yanıbaşınızda sadece bir rüzgarın ıslığı kalıyordu. Kişiler fazla duyarsız ve dikine kullanıyordu. Altlarında var olan arabaları hor kullanıp, ömürlerini kısaltıyorlardı. Biz burada devreye giriyorduk, tam olarak bu noktada pek de hoş olmayan değişime maruz kalıyorduk. İnsanların hor kullandığı o bedenleri, biz tekrar elden geçirip üstümüze giyiyorduk. 


 Ne diyordun?
 Sen çok değişmiştin, değil mi?
 Kendini bile bile ateşe atmayı seçmiştin, yazık sana ve senin gibi olmak isteyen tüm insanlara...

Uykusuzlar Parkı

 Saat 04.27'yi gösteriyor. Bir başlangıca atılım gerçekleştirdim. Bu süreye gelene kadar yine farklı aksiyonlar yaşadım. Kaybetmeye devam ediyorum, hızla en dibe çekiliyorum. Belki kıçım vurduğunda doğrulup zirve yapacağım, fakat zirvenin cakasını satmam için etrafımda bulabileceğim birileri olmayacaktı. Kanser olacağımı düşünüyorum, aslında tam olarak yer vurduktan sonra orada yıkılıp kalmayı düşünüyorum. Gözüm yılmamıştı, ama vücudum tüm direncini kaybediyordu. Benim için yasaklılar listesinde bulunan bir hayli şeyi yapmıştım. Hani kurallar yıkıldığında iş daha zevkli bir hal alır ya...


 Benim için zevk meşgalesine dönüşen pek de bir şey yok. Kendimi zehirliyor ve eritip bir kalıba döküyorum. Vücut şekilden şekle girerken çok yoruluyor, oturup şafağı izlemek varken sürekli gecede gündüzü yaşıyorum. Kolay değil, yalnızsın, yıpranmışsın, ders notlarında var olmayan hataları işliyorsun. Hoş kara büyücü de değilsin, yağmurun tenine değmesinden çekinmiyorsun. Islaklık seni kendine getiriyor, ama yazın dibine vurmuşken yağmurlar ufukta görünmüyor. Aklı dağılıp duran kişileriz, kimse kendini kaybetmediğini iddia edemez. Kimi biraz takviye ile dağılır, kimi kendi kendini durmadan etrafa saçar. Kendi kendini etrafa saçan insanları puzzle'a benzetmek mümkündür. Biraz takviyeden kastım, alkol ve türevi şeylerdir.

 Bunları bir parktan aktarıyorum, burada şafak geç söküyor. Çünkü; insanlar uykusuz, insanlar burada kendilerini zehirlemeden rahata eremiyor. Buranın fahri doktorasını elinde bulunduran insanlar tanımıştım. En uykusuz, en derine düşüp kalanlar onlardı. Kendilerini yitirmişler, onlar öyle söylüyorlar ama aslen kendilerine sahip çıkıp yeniden varoluşlarını sağlamışlardı. Park kentin haritasında yer etmiyordu, onu kolları altında barındıran sokaklarda kimse tarafından bilinmiyordu. Şehrin tüm lamba direkleri buradaydı, ama biri lambaları yenilemeyi unutmuştu. Burası alabildiğine soğuk ve karanlıktı. Şafak geç söküyor, ağızlarında tütün sakızları bulundurup zihinlerini biraz daha yatıştırıyorlardı. Kendilerini zehirleyerek yaşıyorlardı. Kaybetmek, bir yerden sonra sizin için gereklilik halini alıyordu. Kimse ile paylaşım yapmayı tercih etmezdiniz. Onca yılı yalnız ve yitik geçirirken sonradan gelme kendini arayan acemi ruhlarla karşılaşmak kendin için saygısızlık olurdu.


 Burası şafağı sökmeyen aydınlar parkı, burası huzuru bulamayacak olan uykusuzlar parkı buraya giriş için gereken tek şey imzalamak o paktı. Yıkık dökük binaların arasında, kollarını saran sokaklar var. Aydınlığı aramak bazen ruhu hafifletmiyor. Burası uykusuzlar parkı, buraya giriş için gereken tek şey imzalamak o paktı...

14 Eylül 2011 Çarşamba

Sandığımız Gibi

 #Bugün her şey çok farklı olacaktı. 

 Uyanacaktım. Sesi kulağımı ısıtacaktı. Nefesi, enseme değdiği müddetçe elleri kalbimi okşayacaktı. Yatakta, bir süre için şımaracak ama sonrasında ona kahvaltı hazırlamak üzere ben doğrulup mutfağa gidecektim. Saatler, bizi uyandırmaya çalışıp durmasa bir yığın olarak karşımızda durmayacaktı. Ben uyanmayı ve gerçeği görmeyi hiç tahmin etmiyordum. Rüyalar içinde sürekli olarak farklı katlara iniyordum, labirent yukarıdan aşağıya doğru gidiyordu. Bu işte bir terslik vardı.

 #Bugün her şey çok iyi olacaktı.

 Mesela, bugün ne olursa olsun, boğazım düğüm düğüm olmayacaktı. Kim gelirse gelsin, sarsılmayacak ve kapımı öylece açık bırakacaktım. Bugün, içilen kadehin ardına saklanan ne olursa olsun, gözlerim dolmayacaktı. Yüz hatlarımın beyaz dokusu üzerinde sırıtan kirli sakalım, bugün daha hoş bir görünüm alacaktı. Belki, bu onun hoşuna giderdi. Kim bilir, onun için çekici bir hal alabilirdim. Bugün belki bütün bendimi yıkıp, insanların arasına karışabilirdim. Bugün, seni de çağırıp her zamanki kafede birkaç sıcak sıvı tüketirdik. Belki o, sesini duymaktan haz aldığı kişiyi dinlemek isterdi ve ben onu ayaklarına kadar getirirdim. Ne de olsa onun söylediği her söz bir emirdi.

 Bir çatlak gözüme takılmıştı. 99'da şiddetli sarsıntılara maruz kalan evimde bile oluşmayan bir çatlak görmüştüm. Oysa olan biten bir şey yoktu. Bilmediğim bir şekilde sallanıyordum, sanırım 99'un etkisi üzerime öylece yapışıp kalmıştı. Ufak bir sinir harbinde veya ufak bir deprem sözcüğünün büyük etkisinde sürekli olarak sarsıldığımı hissederdim. Sandığımız gibi bir travma etkisi olmayabilirdi, ama bunu aileme hiç açıklayamamıştım. Onlar da fazla ilgilenmezdi, biz güçlü bireylerdik. Evet, biz yani kardeşim ve ben güçlü insanlar olarak yetişiyorduk. İradesi sağlam, fikirleri dik bireyler olarak yetişiyorduk. Fakat, zaman bize yanılgılarımızı göstermek üzere harekete geçti. Bizi önce aynalarla dolu bir odaya hapsetti, sonra bir fırtınayı başımıza nöbetçi olarak bıraktı. Kum taneleri, tepeden aşağıya geçiyordu ve düşen her tane bize yaklaşan bir sonu alenen gösteriyordu. Son kum tanesi düşerken hatırladığım tek şey, yüzüme patlayan gerçekler olmuştu ve irademden ödün verdiğim bir kişilik....

10 Eylül 2011 Cumartesi

Kontrolsüz

 #Tüm saflığımla bir insanı oynamak için çaba göstermiştim.


 Her şey bir sonbahar gününde imkansızlık ile başlıyordu. Yağmur, henüz odaya ulaşıp içindeki canlıya kendisini hissettiremeyecek kadar uzaktaydı. Sen de biliyorsun, üstüne bulaşmış olan lekeden kurtulabilmek için suyun azizliğine boyun eğmek gerekirdi. O sonbahar gününde "Doğa'dan Sorumlu Olan" bir çocuğa boyun eğdi ve vücuduna kan yerine yağmur damlalarının girmesini sağladı. Çocuğun öfkesine büyük fırtınalar gizledi, kollarının içine çok güçlü ağaç dallarını sakladı. Aslında her şey daha da karmaşık bir haldeydi, çocuk odanın içindeydi, ama açık bir okyanusta dalgalar boğuşan kaptandan daha farklı hissetmiyordu. "Doğa'dan Sorumlu Olan" ona biraz fazla yüklenmişti, neticede bunu yapması gerekiyordu. Çünkü; çocuk Azrail'in kucağına doğmuştu. Onunla savaşabilmesi için gereken gücü ancak acı çekerek elde edebilirdi.


 Zaman tuhaf geçiyordu, sanki kıyametin içinde bulunuyorsun, ama ona dışarıdan bakıyordun. Milyarlarca yüz, uzaktan hepsi aynı noktalardı, sadece ten renkleri onları birbirinden ayırıyordu. Yağmur sonrasında çıkan Güneş ile ortaklaşa yarattıkları eser olan Gökkuşağı'nı izleyerek kaldırımları arşınlıyordum. Genellikle kafamı kapatmadan üstümü mümkün mertebe açık bırakarak ama hasta olmamaya özen göstererek yağmurun ve rüzgarın tenime değmesine izin verirdim. Tanrı beni onlarla başbaşa bırakmıştı, bir de hırçınlıklarım, kaprislerim ve daha nice berbat özelliğimi de yanımda bırakmıştı. Biliyor musun? İnsan kendinden sorumludur. Sağda solda ben yalnızım nidaları atan ama bulduğu ilk fırsatta birileriyle flört eden insanları da anlayabilmek mümkündür. Yalnızca onlara gıcık olmak ya da onları öldürmek için sebep olarak kendi halinin daha içler acısı olduğunu söyleyebilirsin. Olaylar çok kopuk olarak gerçekleşiyordu, neticede ben zamanın efendisi değildim. Çok önceleri doğmuş olan o çocuk hala daha büyüyordu. Büyürken zaman ne de zor geçiyordu.


 Birileri çıkıyordu, hani hayatta o karşımıza çıkacağına inandığımız türden birileri...


 Sen o birilerini elde etme çabası içinde eriyip gidiyordun, "Doğa'dan Sorumlu Olan" senin bu yaptığın israfa kızıyordu. İsraf, dememin sebebi ise sana verdiklerini hor kullanıp yıpranmalarına sebep olmandan kaynaklanıyordu. Kendini yormuştun, ciğerine aldığın o lekeler, üstünde birikmiş olan yaralar, kalbin deneme tahtasına dönmüş. Ruhun senden nefret ediyor, en çok sevdiği kelimeleri ondan almıştın. O seni incitmemeyi seçti, yaptıklarına rağmen o burada kalıp bekliyordu. Sanırım buna "umut" ve "sabır" kelimeleri anlam veriyordu. Unutmamak gerek, ruh bir zamanlar bu kelimelerle hayata tutunuyordu. Şimdi, bu kelimeleri duymak göz bebeklerinin kanla dolmasına yetiyordu. Belirsizlikler hayatında sürüp giden bir akıntıdan ibaretti, akıntıya dışarıdan bakıyordu ama yine de onun içinde boğulduğunu hissediyordu. Kopukluk, her şeyi yarına erteleyip bugünü boş bıraktığını düşünüyor ve uyuyana kadar uzandığı noktadan tepesindekilere bakıyordu.


 Ne kadar muazzam değil mi?


 "Doğa'dan Sorumlu Olan" onun bu başıboş hareketlerine kızmıyordu, aksine onun için endişeleniyordu. Bedenler birbirinin aynısıydı, fakat ruhlar başka türlüydü. Ruhlar, bedeninizin üstündeki ince tül, zihninizin ortasında bulunan tahtın sahipleriydi.


 Sahi siz bir zamanlar nelere sahiptiniz?


 Dahi anlamında aptal kişilikler toplumdan ayrı tutulurdu. Gruplaşmaların içinde yer alıyorlar, o grupta bir kral bulunuyor, demekti ve o kralın bir soytarıya ihtiyacı vardı. Grubun içinde prim sağlanabilecek bir soytarı olması büyük avantajdı. Gerçekteyse, bir ruh üzerinden prim sağlamak acınası durumdu. Toplum sorumsuz ve bilinçsiz bireylerden oluştuğu için bu son derece zeki bir davranış olarak görünürdü. Zaman geçiyor, daha geniş bir kitle, daha geniş bir akım boy gösteriyordu. Çocuk genellikle akımlara dahil olmamak için çalışıyor, bunlara dışarıdan yorum zarfları bırakıyordu. Çocuk genellikle seviyor, sonra yoruluyordu. Bir köşeye çekilip gücünü toparlamaya çalışıyordu, aslında "Doğa'dan Sorumlu Olan" ona çok fazla güç yüklemişti ve bunu taşımak ağır bir hal alıyordu. Zaman geçtikçe, yarattığı bombalar kendi içinde patlıyordu. Yaraları zihnine taşmıştı, onlar kanamaya devam ettikçe elleri durmadan işliyordu. Onlar kanamaya devam ettikçe kelimeler akıntı yoluyla dudaklarına ulaşıyordu. Bazen boş sokaklarda yürürken, kulaklarını dolduran bir melodi ile karşılaşıyordu. Melodinin ruh haline verdiği şekille gözleri kimi zaman doluyor, kimi zaman gülüyordu. Zaman geçiyordu, ama zamansızlık hücrelerine kanser misali hücum ediyordu. Belirsizlikler, kopukluklar, karanlıklar....


 Bir hayal kurmuştu, oyuncak legolardan hayaller...


 Plastiği eğip, bükmek zordu ya da kırmak, ama neticede biri ateşi buldu ve üstüne gitti. Kurduğu hayaller, yerle bir olmuştu. "Doğa'dan Sorumlu Olan" içindeki güç ile onu terk etmişti. Serseri bir mayını topluma salık halde bırakmıştı. O zaten yalnızdı, gidenlere alınmıyordu ve hatta o da giden tarafta o bulunuyordu. En kolay yol, yaptığını yıkmaktı. Biri onun oyuncak legolardan kurduğu hayalleri yaktı, ama hayalleri biz senin içindeyiz, dercesine yanığın etkisiyle kokularını bıraktı.


 Hayaller, onları kuran ve yıkanlardan daha gerçekti.

6 Eylül 2011 Salı

Islak Kovan

Soluk akıllarımızdan dışarı bakan fikirler,
Titrek isteklerimizin kendini gösterme çabası,
Bir yaz günü esen rüzgarın hissettirdikleri,
Belki sonbaharın kendini duyurması,
Belki hırçınlığımızın bize getirdikleri...


Kelimelerim yine birbirine dolanıyor,
Çok mu fazla üşüyorlar, çok mu yalnızlar?
Onları idamda karşılayan ipi arıyorlar,
Aybüke altında çalıyor, tüm marşlar...


Bir nefes karşısında, huysuz bir adam,
Anlam vermeye çalışmadığı ifadeler...
Kendi anılarında yer etmeyen bir ortam,
Kelimler yine yanlış yola düştüler.


Bir hırs ile doluyor, gölgen karanlığıma,
Aslında senin gölgen, benim karanlığım,
Nefesin yavaşça karışıyor, ıslaklığıma
Güldüğün karelerle doğuyor, aydınlığım.


Bir Kasım ayında gelişini kutluyoruz,
Yirmi tane mum var masanın üstünde
Yirmi küçük anlamı ateşe sığdırıyoruz,
Yirmi kısa madde kağıdın üstünde...


Aynalarda, güzel bir yüz aramıyorsun,
Düş bahçeni ısıtacak insanla birliktesin,
Hücrelerine yeniden hayat aşılatıyorsun,
Son peronda, o adamla birliktesin.


Satırlarım, o masadaki mumlar gibi eriyor,
Şafağa daha çok var ama gitmeye hazırsın,
Kapının dışında, hayatının başı bekliyor,
Çıktığında kaybedecektim, ama sen yeniden doğacaksın.