15 Ağustos 2012 Çarşamba

İsimsiz

İki yana tara yalnızlığını, kırıklarını önüne topla. Kırıkların, hatalarını görmeni sağlar. İki yana ayırdığın yalnızlığından mutlak olarak birileri çıkacaktır. Karanlığın altında kalan kişiler nasıl var oluyorsa, yalnızlığın altından da çok dost silueti çıkacaktır. Yaslandığın duvarların bir balyozla nasıl devrildiğini göreceksin. Araladığın tüm anılar kafanda kara deliklere sebep olacaktır. Fakat, bir gün öyle bir konuma geleceksin ki ne eski umurunda olacak ne de yeni ve sen belki de dünyadaki en önemli kişinin kendin olduğuna inanacaksın. Arkadaşların üzüntülü vakitlerinde sana denk gelince ne kadar önemli olduğunu düşünmeni istiyorlar. Arkadaşlar, acayip yanılıyorlar. İnsan önemli varlığın kendisi olduğuna inanmaktansa en önemsiz şeyin aslında kendisi olduğunu anlamalı ki herkesin ne kadar önemsiz olduğunu da fark etmeyi daha yakından hissedebilsin. Bir gün geldiğinde yalnız kaldığında tüm şeylerin önemsizliği ile kimse kara çukura düşmeye maruz kalmasın. İnsan, dostun öneminden ziyade önemsizliğini de hissedebilsin. En büyük dayanak kendin olmalısın.

Denizle Olmaz

Bir denizle betimlersem seni bilirim ki o dalgalar kadar hırçın ve belirsiz olursun. Durgunluğunda dolaşan tehlikeler en büyük korkum olmana neden olur. Belki bir mehtap vaktinde en masum anını uzaktan görmem nasip olur ama yine de karanlığının ortasında kalmayı istemem. Bir denizden söz ediyorum, uçsuz bucaksız ve tüm kokularında sen. Bir fırtınayla bedenimi sarsan ve en dalgasız denizde yelkenlerimi dolduracak kadar güçlü esen nefesin. Beş çayını güvertede içerken beni sevecek olduğunu bilirim ancak bi’ renk koyu olsa belki hoşuna gitmez acılığı ve en büyük kasırgayla ortadan ikiye bölersin tüm huzurumu. Dudaklarına değmek istediğim bir martının kanadına uzanmam gerekir, gözcü kulesinde sabredip ruh halinin beni götüreceği diyara bakmam esaretim olur. Gözlerinden mahrum kalacağım korkusunu anlamazsın ve esaretimi arttırmak adına okyanusa süreklersin, korkarım. Ağladığında burnuma dolan kokun, tuzun arttığı Güney ikliminde yaralarıma dokunmana müsade de bulunamam. Bu nedenle ağladığında teninden çok uzakta belirir belki de yüzüm. Kuzey denizlerinde bi’ parça memleket ve sen, huzurum olursun. Kelimeleri yağmur bulutlarından birbir kamaramın camına çarparsın ve ben çığlıklarını sessiz bir ortamda dinlemeye çalışırım. O kadar geniş bi’ coğrafyaya yayılmışsın ki rotam alabildiğine belirsiz… Söyledim, bir denizle betimlersem seni bu yaptığım en büyük hata olur. Ben bir bütün olarak karşımdayken dahi tüm bedenin ve gözlerinin önünde şaşkınlıktan kafayı üşütüyorum. Seni bir denize yaysam, arayıştan klasik masal kahramanlarını bile büyük farklar atarak geçerim. Söylüyorum, senin tüm kokun bi’ denize yayılsa benim ilk fırsatta gömmem gerekir kendimi en dibine ve senin üstünde yok olan tüm bedenler benim düşmanım olur. Sen bi’ deniz olarak betimlenirsen çıldırmam bir martı çığlığı eşliğinde başlar sonrasında gri kanatların balçıkla yüklü bir geminin batmasıyla içinde kaybolurdu.

11 Ağustos 2012 Cumartesi

Tünel

Kan kustu, sabahın saat kaçı bilmem. Ellerini tutmak için telaş ediyordum, ellerinin titrediğini gördükçe benim gözlerim titriyordu. Kaygılıydım. Henüz bi'kaç saat önce keyif çatarken şimdi kendimi leş kokulu hastane duvarına yaslanırken buluyorum. Ayaklarımı söküp aldılar, ayakta duramıyorum. Seni benden alacak Azrail'i görmeyi isterdim. Şuan sana her ne yapıp da acı çektiriyorsa ona bin kat fazlasını cehenneme gidince gösterecektim. Kendimden emindim, ölümden değil, senin ellerimden kayıp gidecek olmandan değil. Henüz başlamamıştı ki her şey... Bir yaz gününde oldukça geç kalınmış bir vakitte başlar hikaye ama sanki o gün sonbahardı. Yaz ile alakası olmayan bir gündü ve ben aslında şanslı olmalıydım. Çünkü; o gün sonbahardı ve ben sonbaharın evladıydım. Mevsimler kendi çocuklarına kendilerini sevdirmeyi bilirlerdi. Ben Kasım'ın 19'unda dünyaya gelmek için 1 ay daha erken davranarak ve belki de ölümle takışarak ışığın karşısına çıkmıştım. Nefes almakla alakam pek yok belki de bu yüzden hala konuşurken nefes almayı unuttuğumu düşünüyorlar. Ben bi' parça seni düşünüyorum, karşıma ne vakit çıkacaksın yahut ne vakit gideceksin? Gitmenden ziyade ben hep çıkmana karşı endişelendim. Çünkü, kendimi tanıyordum ve çoğu kez aşk kendini bana köle olarak adamak istediğinde ben onunla oynamaktan vazgeçtim. İnsaflı olduğumu düşünebilirsin, bunu sakın aklına getirme. Ben çoğu kez insanlarına aklına ayrılığı sokmaktan da geri düşmedim. Bazı vakitler kendime bazı vakitlerse başkalarına çok büyük bir zehir etkisi olarak dönüş gösterebiliyordum. Kendi kendimi çoğu kez yaktığımı ve hatta bi'kaç kişiyi batırdığımı da gördüm. Bunlar uzun zaman önce ve bi' o kadarda yakın saflarda hafızamı işgal ediyorlardı. Devir değişti, zaman aktıkça, bizler büyüyorduk. Bizler büyüdükçe küçük sorunlarımız karşımızda dağ kesilmeye başlıyordu. (Koridorda bazı sesler) Doktor hızla soğuduğunu söyledi, ben senin her zaman soğuk olduğunu ve yaşamaya başlayacağını söyledim. Doktorun yüzündeki ifadeyi görseydin, benimle ne kadar aşağılık olduğuma dair bir bahse girebilirdin. Ellerinden gelen her şeyi yapacaklarını söylediler ama yine de kendimi en kötüsüne hazırlamam gerekiyormuş. En kötüsü bendim, en kötüsü seninle karşılaşmamızdı, en kötüsü bizim yakın kalmamızdı ama onların bunların hiçbirinden haberi yoktu. Ben yaşayacağına dair olan inancımdan vazgeçtim. Evet, belki sen soğuyordun ama benim sana dair olan düşüncelerimin sıcak kalması gerekiyordu. Belki koridorda atıyor olduğum volta bunu bi' nebze sağlardı. Yan tarafımda annesini erken yaşta kaybetmeye hazırlanan bir çocuk vardı. Gözleri kara deliklerle doluydu ama içine kimseyi hapsetmiyordu. Tek bi' yansıma vardı, annesi. Aslında yanılıyor da olabilirim zira yansıyan onun umutları da olabilirdi. Bilmiyordum, bilmiyordun, kafam ve kafan alabildiğine meşguldü. Sen sakın ringden çıkmayı düşünme ve duaları bana bırak. Ben hızla büyürken aynı denli olarak sert darbelere maruz kalıyordum. Hayatı sevmeme neden olan şeyler bir mektubun alev alması gibi alev alıp geriye sadece "neden" kisvesi altında pişmanlıklar bırakıyordu. Mahşerin dört atlısı belki şuan yeryüzünde değillerdi ama yine de onların askerleri yapacak oldukları kıyıma bizleri hazırlıyorlardı. "neden" kisvesi altında beliren pişmanlıklar başlıca bir işaretti. Bedenimin büyüdüğü kadar ruhum küçülüyordu. Sanki bizi ters çalışma sistemine sahip çamaşır makinelerinde yıkıyorlardı. Oysa ben girdiğim duştan bu etkiler altında çıkacağımı hiç bilmiyordum. (Bana yaklaşan adımlar) Senin kanlı canlı halini gördüğümde yerde yatıyor olmam pek ala kötüydü. Fakat, bir gidiş başladığında onu durdurmak için dümene hapsolan kişiyi kurtarmak amacıyla bir başkasının kaptanlığı üstlenmesi gerekiyordu. Sana söylemiştim, duaları bana bırak. Dualarla bir takasın onayını almıştım, ben bu dünya için fazla önem teşkil etmeyen fakat hayallerimde belki de bütün dünyayı yerle bir edecek olan iblistim. Gitmemde sakınca yoktu, gelmene mutluluğumun ihtiyacı vardı. Ben buradan demir almak zorundaydım ve sen belki de bu koca limanda benim hiç unutamayacak olduğum tek aşkım olacaktın.

Gri Martı

Yıllar oldu değil mi? Yıllar öldü belki zamanın akışkanlığı lava dönmeye başladıkça ama biz yine de dönemedik yüzümüz Ay'ın karanlık tarafından kendimize. "Bir dakika" diyerek yarım kalan konuşmalar ve "bi' bakmasam" diyerek kesilen bakışmalar belki de doğabilecek olan aşkların en büyük ölüm habercisiydi. Kulaklarına fısıldayarak seni senden alacak bir ben daha bulmuş muydun? Ben daha bir boynun sıcaklığını dudaklarımda hissetme şerefine erememiştim. Damlalar süzüldü şakaklarımdan ve bizzat dokunmaktan mahrum olduğun boynumdan fakat seninle başladı karanlık. Ellerime hapsolan yıldızları tek tek indirdi Güneş. İnsanoğlu gibi o da evlatlarının esir olmasına katlanamadı. Ben bi' ıslıkla başladım, Güneş bi' çığlık attı. Kulaklarım kanlandı, gözlerim senle doldu. Bitap düşmeye başladım, bedenim titriyordu. Ben hala senden uzak kalışımı düşünüyordum. Eski insanlar için Tanrılar ve bizim içinse tek Yaratıcı, dua ettiğimiz tek bi' varlık olması ne kadar onurlu değil mi? Fakat asla sevdiğimiz tek bi' şey olmamıştır. Bu ne kadar tezat bir davranış olsa da insanların çoğu oturup isyan etmeyi yahut bunun nedenini araştırmayı düşünmüyor. Hava sarsıldı; Gökyüzü gri martıların kanatları altında kaldı ve hepsi gözyaşlarına mahkum ettiler bu şehri. Biz her birleşime rağmen sonsuz eksikliklerle lanetlenmiş gibiydik. Bir çekim ve bin itiş gücüyle ancak eko yapan bir ses sonucu gelen tek harfi duyuyorduk. Sen bi' parça anlardın, ben ne demek istersem. Ben hiç hissedemezdim içinden geçenleri bu nedenle bi' hayli zordu seni anlamam. Dışarıda bi' kavga var gözyaşları yer yer sinirle çıkışıyor insanların hareketlerine sonra bi' an geliyor ve dağılıyor tüm her şey sessizlikle kaplanıyor, o anda bütün öfke yerini bir sürelik sakinliğe bırakıyor. Yağmur yağmıyor, dışarıda söylenememiş sözlerin yarattığı karmaşa var. Aklım senden uzak, ruhun bana yakın bi' halde kendimi gözlemlemek için emekliyordum gözlerinde. Rafta bi' içki var, odayı bir plak sesi dolduruyor, plak eskilerden kalma, şarkılar dilde adeta yıllanmış bir şarabın zaman ile verdiği tadı hissettiriyor. Dudaklarında sevdiğim rengi barındırmışsın, üstünde sade bir bulut var. En saf halinle karşımda oturuyorsun, masanın en başında oturuyorsun. Masanın başı bana uzayıp giden bir yol gibi geliyor, ellerine uzanmak istiyorum, ellerin beni terk ediyor. Gözlerine bakmak için bi' dürbün kullanmam gerek. Sesini işitmek için martıları susturmam. Bunlar zor işler değil fakat bizim hikayenin bittiğini anlamamak için aptal olmaya gerek de yok. Ben dudaklarımda seni misafir edemem ve şimdi yerini çeşitli içkiler belki bi' gecelik ilişkiler dolduracak. Ben gözlerini gözlerime sabitleyemedim, belki sabah kalkıp pencereden her gün sabit olarak bakacağım o duvarlar, ekşi suratlı komşuların yüzleri, dükkanlara mal getiren araçlar veya seyrek halde gelip geçecek hususi araçlar dolduracaktı. Ben sesini kulaklarımda kayıt altına alamadım ve şimdi her gece uyumak için içkinin yanında bana eşlik edecek 45'lik plaklar biriktirmem gerekecekti. Fakat, her ne olursa olsun bizim hikayemiz bitmişti ve layık olduğumuz sonlar Azrail'in kollarında bizi bekleyecekti.

9 Ağustos 2012 Perşembe

LÖSEV Gönüllüsü Olmak Bir Ayrıcalıktır...

Büyük LÖSEV Ailesi, lösemili&kanserli çocuk ve ailelerin bu zorlu mücadelede yalnız olmadıklarını göstermek için sevgi ve azimle çalışan bir vakıftır. LÖSEV kurulduğu 1998 yılından bugüne dek faaliyetlerini duyarlı kişi ve kuruluşların destekleri ve binlerce GÖNÜLLÜSÜ’nün katkılarıyla gerçekleştirmiş; Türk halkının konu hakkında daha bilinçli ve duyarlı olmasıyla beraber tedavide %91'lere çıkardığı başarısını %100’e çıkartmayı hedeflemiştir.

LÖSEV'e gönlünü veren gönüllüler LÖSEV’in her etkinliğinde aktif rol almakta, vakıf çalışmalarına aktif katılım göstererek çocukları hayata bağlamaktadırlar.

Yüreğinde paylaşım ve sevgiye yer olan herkesi Lösev gönüllüsü olmaya davet ediyoruz.

Lösev gönüllüsü olabilmek için aşağıdaki formu doldurmanız yeterli: http://bit.ly/losevgonullusu
Lösev’i Facebook’ta takip etmek için: www.facebook.com/losev0660
Lösev’i Twitter’da da @losev1998 hesabından takip edebilir, #LosevHayatVerir hashtag’i ile  paylaşımlarınızla destekleyebilirsiniz.

Bir bumads sosyal sorumluluk içeriğidir.

27 Temmuz 2012 Cuma

Kimdi O

En güzel kırmızıyla süsle o dudakları ve ben dokunmaya dahi çekinirken ellerine, sen kendini bir meleğe benzeterek beni sen incitmekten daha fazlasıyla korkut. O gün en güzel günümüz olsun. Birlikte alabildiğine gezdiğimiz ama yorgunluk belirtilerine dair en ufak bir ağrıyı dahi hissetmediğimiz bir vakit olsun. Belki o günü gökyüzüne en yakın yerde oturup ayaklarımızı sarkıtıp aşağıdaki izleyerek taçlandırır, ayrılık saatinin nasıl dayanılmaz olacağı üstüne bir kritik yaparız. Düşüncelere yukarıdan bakıyorum, her şeyin efendisiymişim gibi geliyor. Düşüncelere aşağıdan bakıyorum, senin gidişinden kalan izlerin dışında hiçbir şey göremiyorum. Bu kadar olanaksız fikirlerle kendimi donatmış olmamın nedenini merak ediyorum. Bu kadar acımasızlık kol geziyorken neticede benim de buna esir düşmem üstelik bu güçlü derinin altına saklanmışken çok da anlamsız geliyor. Sahi sen gittikten sonra pek de bir güç bulamadım kendimde ama yine de imajımı bozmamak için kendimi kat kat yorganlarla örtmeyi ihmal etmedim. Kapımızda bir cehennem mevsimi belirirken bu yorganlara dayanmanın da ne kadar güç olduğunu tahmin edebileceğini düşünüyorum. Sen aslında her şeyi anlıyordun ama yine de her sorumda beni anlamsızlığın başında bırakıp gidiyordun. Başlı başına bir işkence kitabıydı kadınlar ama nasıl olur da bunu severek okumaya çalışıyorum, anlamıyordum. Bir boğaz esintisi geliyor, burnumda uçuşan martılar görüyorum sonra seni duyuyorum. Sesler buğulu, görüntüler kesik kesik geliyor. Sahile vuran denizyıldızlarını görüyorum, kalbimin içimden ne denli bir çabayla çıkmak istediği aklıma geliyor. İrkinti, tiksinti bir his karmaşası beni benden alıyor sonra seni koca bir fırtına ortasında bırakıp gitmeyi diliyorum. Fırtına çıkıyor, sen kurtuluyorsun ben hatamda boğuluyorum. Neler dilerken, nelerden vazgeçtiğimi anımsıyorum. Hak ettiklerim mi yoksa tak ettiklerimden mi bunlar oldu? Bilmiyorum. Gün kararıyor, düşler aydınlık kazanıyor. Ben bir kuytu bulamadım, bir bankta oturmayı da istemedim. Yanımda kimse olmadan bir şey yapmayı hiç sevemedim.(Bazı zaman yaptığım yürüyüşler hariç) Kısa bir öyküm yoktu ama destan edilecek bir hayatımın olduğuna da inanmıyordum. İnanç ile varlık arasında bir karmaşaya tutuldum. İnancım senin düşüncenle kuvvetleniyor, varlığım ise gözlerini görebildiğim sürece kesinlik kazanıyordu. Ben fırtınada birini bıraktım ama hala çözemedim seni mi yoksa beni mi? Cevap ne kadar kolaydı oysa, ben ve sen bir bütündük. Bir dalga sardı bizi sonrası fener...

19 Temmuz 2012 Perşembe

Hayal Arabası

Ender bir ateş gibiydin, ben üflemeye kıyamıyordum. Fakat sen beni yakma çabasından bir an olsun vazgeçmiyordun. Bulutları yarattık, gölgelerinde sarılmamız gerekirdi ama biz her gölgenin altına girip birbirimizden kaçmayı seçtik. Kelimelerle örtülü bir bir örtüyü üzerine serecektim, sen yıldızlar gibi bir parlayıp sönecektin. Sabah olacak Güneş'ten daha fazla parlayıp beni kör edecektin. Biri gelecek beni sevecek ama ben bunu göremeyecektim, nihayetinde seni sevme işine kendimi hapsettiğim için yanıbaşımdan kaçan belki sayısız yolcudan biri olacaktı o da. Son sözlerimizi bitiremeden birbirimizi yemeye dalıyoruz, sen bir adım geç atsan yahut o sofradaki sandalyelerden biri olmasa ve vazgeçip dönsen belki ben sana kendi payımı getireceğim ve susup öylece benim kalbime girişini izleyeceğim. Bir dakika susarsan gözyaşlarımdan damıttığım en güzel içeceği içecektin, ben seni seyir defterine kelimelerle yazacaktım ve sen belki de beni gözlerine çizecektin. Dünden hatrı sayılır bir öpücük verecektik, okula gider gibi yahut işe geç kalmışken patrona vereceğimiz hesabı düşünme meşgaline dalmadan son bir rahat nefesi almamızı sağlayacaktı. O karşı sokağa gitmeyi asla düşünmeyecektin ve hayallerle dolu bir araba seni benden alıp götüremeyecekti. Sahi arabanın plakasını nereye yazmıştım? Seni yegane yere kayıt etmiştim ama o trene hiç yetişememiştim. Her şey böylesine el altındayken biz nasıl yüzüstü bırakıldık? Denizin dibine vururken boşalan şişelere rastladım, benden, senden ve bir düzine kaybedenden selam taşıyorlar. Gece yanına uğramak için kanatlarımı kullanmayı diledim ama Galata'nın beni götürdüğü yere gelebilmekle yetindim. Sana bir mektup gizledim, yazamadım hala içi boş ama kağıdı saklıyorum. Bir gün o araba seni bana geri getirecek ama bu seferde beni bir limana atacaklar, bu arayış bitmeyecek...

Ölü Gömü

Ben bir ölü gömdüm, saat kaç civarı bilmem. İçimdeki bütün yangınların hepsi biçimsiz ve çıkış nedeni meçhul bir halde devam etmekteydi. Bir yanımdan yediğim darbeleri hissetmezken diğer yanıma kimse dokunmamasına rağmen dehşet verici bir ağrı yaşıyordu. Önümdeki hikayeye sondan başlamam gerektiğini anlamam çok da uzun sürmedi ne de olsa testleri dahi çözmek için sondan başlayan biriydim. Çok geçmedi, bir dakika belki yahut bir seneydi. Durumları birbirinden ayırmak benim için fazla zor olduğundan zaman kavramını çok da belirgin bir biçimde söyleyemiyorum. Hatta ne komiktir ki bir kişinin yüzünü aklımda tutmam çok zor oluyor ama en ummadık anda yanımdaymış hissini tatmam da buna bir ironi katıyordu. Acaba zihnimin iradesine ılık bir duş aldırsam bu bitkinlikten sıyrılıp birkaç istemsiz olaya karşı koyabilir miydi? Bir denemek diyorum. Denemeyi sevmek lazım... İnsanlar birbirlerine şans verseler yahut bazı şeyleri denemekten korkmayarak yaşasalar belki hayatlarının ne kadar çok monoton olduğunu söylemekten kurtulurlardı. Sen belki bunları biliyorsundur ama üzerinden geçmem gerekiyor diye düşünüyorum zira ortak noktalarımızı yakalayamadım, karşına çıkıp merhaba da diyemiyorum ki sabahları ne kadar güzel merhaba dediğini oturup tartışalım. Bir rüzgarla geliyor kulağıma fısıltıların ve ben duyduklarımla seni yaşıyorum. Film arası geldiğinde mısır almaktan kendimi alıkoyamam asla bu yüzden belki de seni tam anlamıyla kavrayamıyorum. Çünkü; oturup o an'a kadar izlediğimi seni kafamda ölçüp tartmam gerekirken ben nefes almaya önem verip kendime eğiliyorum. Kafan karıştı değil mi? Aslında senin, benim olduğunu söylememe rağmen hala nasıl seni kafamda incelemem gerekiyor ki? Biz Ay'a farklı noktadan bakmayı unutuyoruz hep... Her işin karanlık yüzü var ama biz olayın sadece ışık altındaki yanlarını izlemekle yetiniyoruz. Ben bir ölüyü taşıdım, bedeni alabildiğine ağırdı. Oysa ruhu terkeden bir beden neden bu kadar ağırlaşırdı ki? Dinamik yapı bir ruhtan geçiyorsa biz nasıl bunalımlı hallerimizi ruh gibi olmakla nitelendirebiliyoruz ki? Aslında mantıklı olduğunu düşündüğün çoğu şey de mantıksız ama bizim pencerelerimiz tek taraflı olduğu için ne kadar yanlış olursa olsun, o açıdan bakmaya mecbur kalıyoruz. Sahi ben bir ölü gömdüm ama mezarını dahi görmedim.

16 Temmuz 2012 Pazartesi

Adrenalin... Kaldığı Yerden: Toyota GT86

Toyota’nın 50 yıllık spor otomobil birikimini, heyecan verici tasarım özellikleri ve üstün sürüş keyfiyle birleştiren Toyota GT86 Türkiye’de!

Spor otomobilde tutkunun yeni adı olan arkadan itişli Toyota GT86, sürücüsü ile bütünleşerek gerçek, saf ve eğlenceli sürüş keyfini garanti ediyor. Dünyada sadece Toyota’da sunulan önden yatay (boxer) motor ve arkadan itiş özelliklerinin hayat bulduğu sürücü odaklı Toyota GT86, aynı zamanda dünyanın en kompakt 4 kişilik spor otomobili olarak tüm dikkatleri üzerinde topluyor. Toyota GT86, yere yakın olan ağırlık merkezi ve aerodinamik tasarımıyla heyecan ve sürüş keyfi arayanlara hitap ediyor. 

Toyota GT86 ultra hafif gövdesi, kompakt 4 kişilik tasarımı, mükemmel dış tasarımı ve içeride ayrıntılara verilen önem ile sürüş keyfini en üst seviyede yaşatırken, spor otomobil zevkini de geniş kitlelerin erişimine sunuyor. Toyota’nın D-4S teknolojisiyle üretilen 2,0 lt atmosferik boxer motoru ile 200 HP güç ve 205 Nm tork sunan GT86, 6 ileri otomatik vites modellerinde 7,1 lt/100 km yakıt tüketimi ve 164 g/km CO2 salımı ile ekonomik ve çevre dostu sürüşe verdiği önemi de ortaya koyuyor. GT86’da ayrıca ABS ve devre dışı bırakılabilen VSC ile GT86’nın üstün aerodinamik özellikleri sayesinde sürücüler kişisel sürüş kabiliyetlerini ortaya çıkarma fırsatını da bulabiliyorlar. GT86’da sunulan VSC SPORT seçeneği ise dengeden ödün vermeden aracın dinamik sınırlarının keşfine imkan tanıyor.

Toyota GT86 İstanbul Park’ta yapılan lansmanla Türkiye’de satışa sunuldu. Toyota GT86’nın turuncu, kristal siyah, saten beyaz ve şimşek kırmızı olmak üzere 4 farklı renk seçeneği bulunuyor.

Toyota GT86’yı daha yakından keşfetmek için www.adrenalinkaldigiyerden.com adresini ziyaret edebilirsiniz.

Tüm yeniliklerden anında haberdar olmak için Toyota’yı Twitter’dan takip edin: https://twitter.com/Toyota_Turkiye

Bir bumads advertorial içeriğidir.

14 Temmuz 2012 Cumartesi

Olaylı Patlak


 Dün gece Taksim'e gidelim, eğlenelim istedik. Eğlenceden kasıtta çok abartılı bir şey değil aslında tam olarak eğlence de değil sadece hava alıp gelecektik. Gittik, park edecek yer keşfedene kadar dışarıdan iki defa Taksim'i tavaf ettik. Sonunda ben bir yer keşfettim ve park ettik.(Taksim'de var olan en temiz yeri keşfettim.) 
 Yemeği yemek için klasikten şaşmadık ve Burger'a girip bir şeyler aldık. Oturduğumuz yerde muhabbetimizi ettik, arkamızdaki şaşkınlarla dalgamızı geçtik. Benim ısrarlarım sonucu İçen Arı'ya rutin olarak uğrayıp birkaç şey içerken arkadaşın babasından gelen telefonla paniklemesi bir oldu ve hemen apar topar kalkıp arabaya gitmek için hafif bir tempoyla koşturmaya başladık. Hafızama şükürler olsun arabanın yerini hızlıca bulmamızı sağladım ve hemen yola çıktık. Dönerken daha henüz Taksim'den çıkamamışken bir sokağa saptık. Yolda tuzak olduğunu ve geri çıkmamız gerektiğini söyledim ama arkadan gelen adam eliyle devam işareti yapınca arkadaşım panikleyip  ileriye sürdü arabayı ve bile bile mallığımızı yaptık. O anda ben de şaşırdığım için aklıma el frenini çekip arabayı durdurmak gelmedi. Arkadan gelen araçta hemen sağ tarafımızdaki parka girdi (bizim peşimizden gelmeyecekmiş). Acayip tav oldum, adamı indirip dövmek istedim ama elimizden kaçırmıştık, tekrar dönüp uğraşmadık. Hemen iki metre ileride otoparkçılar bize el işaretleriyle arabayı otoparka almamız gerektiğini söylediler ve bizde yanaştık. O sırada artık nasıl bir rastlantıysa iki dakika sonra sivil asayiş ekibinin arabası geçmeye kalktı ve onlarında lastiği patladı. (ben de emekli polis bir bireyin çocuğu olduğum için çok büyük rastlantı geldi bu bize göre) Arkadaş ve iki polis lastikleri tamir için götürdü, ben de bir polisle arabaların yanında kaldım. Epeyi vakit geçtikten sonra o iki polis geri döndü ve bizimkinden hala eser yoktu. Dönen polislerden biriyle konuşmaya başladım ve bana arkadaşımın bir ayyaş tarafından kovalandığını söyledi. Arkadaşımın karşısına şans eseri Yunus ekipleri çıkmış. Polisler lastiği taktıktan sonra "arkadaşını alıp geleceğiz" dediler ve gittiler. Beni de biraz ufak bir heyecan sardı, tanımadığım etmediğim bir yer ve telefonumda şarj yok diğer telefonumu da arkadaşıma verdim.(kuzeni para gönderecekti, bu yüzden lazım oldu) Adam başta benimle arabaların yanında kalan polise epeyi laf anlatmıştı ve birçoğu da sıkmaydı. Uyuşturucu kullanmayı son iki aydır bırakmış da namaza gidip geliyormuş da... 
 Polisler gittikten sonra bu otopark sahibiyle ben muhabbet etmek zorunda kaldım ve adam dört gün önce neredeyse uyuşturucudan komaya gireceğini falan anlatmaya başladı. Ben polis varken sporla uğraştığımı babamın emekli polis olduğunu ve hakkımdaki birkaç şeyi daha anlattım. (kendimi sağlama almamı birazcık sağladı, karateci olduğumu söylemem) Adam; "aman iyi sakın kullanma" gibi laflara girdi de belki de orada istesem kendi eliyle satacaktı. Sigara alıp almayacağımı sordu istemedim, çay, su gibi birkaç şey daha soru ben de yine istemediğimi söyledim. O kadar gerilmiştim ki lanet yerden bir an önce gitmek istiyordum. En sonunda arkadaş döndüğünde bizim için iyi olacak tek şeyi söyledim; yüzüğü buldum. Arkadaş yüzük takıyordu ve o gece arabada yüzüğü düşürmüştü, işin kötü yanı ertesi sabah kızla buluşma ihtimali de vardı neyseki ben şans eseri yüzüğü keşfettim. Oradan uzaklaşırken acayip dikkatli olmasını söyledim ama uzaklaştıktan sonra arabayla alabildiğine hız yapmaya başlayınca benim yine bütün soğukkanlılığım gitti. Üstelik lastiğin iyi takılıp takılmadığını anlamak için sağa doğru dönen bir virajda arabayı sarstı, "oğlum sen ne yapıyorsun? ölebilirdik lan." dediğimdeyse "zaten lastik sağlam takılmamış olmasaydı ölecektik" dedi. 
 Mahalleye döndükten sonra ben eve giremedim, onların eve girecektik zaten ama ben nefes almaya ihtiyaç duyduğum için bir yarım saat etrafta turladık. Eve geçmeden önce damacanaları da taşıyıp koyduktan sonra giriş gerçekleştirdik. Fakat, babası uyumamış ve onu beklemiş olduğundan çok hararetli bir giriş yaşadık ve o an eve dönmem gerektiğini onlarda kalmamam gerektiğini söyledim. Fakat, baskıları sonucu onlarda kaldım. Sadece bir saat kadar uyku uyuyabildim, baktım olacak gibi değil sabahı Sezen Aksu şarkılarıyla tamam etmeye çalışıp vakit doldurduktan sonra saat 9.40 gibi eve geçtim. Bizim evdeki tablo acayip gülünçtü, çünkü; geceden beri beni hiçbir kimse aramamıştı. Eve geldiğimdeyse yatağımda babamın yattığını ve annemin de televizyon karşısında oturduğunu gördüm. Annemin karşına geçip oturduğum da bana direkt olarak laptop'ın nerede olduğunu ve onu nasıl yanımda götürebildiğimi sordu.(halbuki öyle bir şey yok laptop kız kardeşimin yanındaydı) Babam da uyanıp yanımıza geldikten ve ona tekmil verdikten sonra gülünç bir şekilde beynimdeki ve kalbimdeki pillerimi kenara attıktan sonra derin bir nefes alıp uyuma fırsatı buldum. 
...ve belki de bir daha asla akşam arabayla rotamı çizmeden Taksim'e gitmeyeceğim.

18 Mayıs 2012 Cuma

Günden

 Bahar ayında şansın yanıbaşında olması gerekir ama nedendir bilmem sık aralıklarla yenilgi almaya başladım. Yarattığım gemi su almaya başladı, eski halimi düşünüyorum kamarada; her şeyi üsteleyen, her noktayı kafasına takan ve en önemlisi de insanlar için gereğinden fazla uğraşan halimi...
 Bunları yapmayı bıraktım bırakalı kafamı hiçbir şeye veremez oldum, hani sevgi vardı eskiden bir nebze onunla meşgul olup karalama fırsatım oluyordu ama artık ondan da eser kalmadı. Arkadaşlar? Bunları zaten hep Amerikan ajanı olarak görmeye başladım bu nedenle kimseyle kalkıp da sıkı fıkı olmak istemiyorum. Çevremde var birkaç dost ve arkadaş; dostların yüzünü gördüğüm yok, genellikle arkadaşlar kafama musallat oluyor ve beni batağa çekiyorlar. Benim çalışmam gerekiyor ama onların tek lafı beni çalışmalarımdan alıkoyup bir kafede yahut bir oyunun ortasında bulmama neden oluyor. Eskidende mi böyleydi? Eskiden böyle salaklıklara göz yummak zorunda kalmıyordum ama artık umursamamazlıktan gelip öylece duruyorum. Ben yine doğru bildiğimi yapıyorum, bundan hiçbir zaman vazgeçmeyeceğim ama artık eskisi gibi kendimi yormuyorum. İçimden düşünüyorum, bunları bu kadar net görebiliyorken neden müdahale etmiyorum? Çok zor geliyor, aşılacak bir tepe var ve benim bu tepeden geçecek gücüm yokmuş gibi hissediyorum. Gücümü toplamak için zamana ihtiyacım var ama batağa süreklendikçe zamanı öldürüyorum ve asla gelmemesini sağlıyorum. Böylece ne yeni bir ortama girip kendimi üstümdeki kabuktan soyutlama fırsatı bulabiliyorum ne de olduğum ortamda bir şeyleri düzeltme fırsatı bulabiliyorum. Hani diyorlar ya; iki ucu boklu değnek işte bende bir değnek var ama ucunu bucağını göremiyorum. Duygularıma birkaç kat ütü atıp topluma karışmam gerekiyor ama onları da bulamıyorum. Kaç zamandır, hiçbir kıza karşı bir şey hissetmiyorum. Kalbimde duygusal hiçbir şeye yer vermiyorum. Bunu ben kasten de yapmıyorum, işin en tuhaf kısmı da burası ama şikayetçi değilim.
 Sırtımı soğuk bir duvara yasladım yaslayalı kemiklerimin ağrıları daha çok zarar verir oldu. Canım şu sıralar acayip yanıyor, duygusal bir acı olsa bu kadar zorlanacağımı düşünmüyorum ama sırtımdaki kemik acıları, 20'lik dişin verdiği huzursuzluk bunlar lanet şeyler ve kimsenin yaşamasını istemem (düşmanlarım hariç). İnsan acımasızlığı zihninde canlananlardan öğreniyormuş, bugün bunu öğrendim ve ben zaman yaratamadıkça zihnimde canlananlarla daha fazla yüzleşmek zorunda kalacağım. Zaman bulamadıkça ellerimden kaçırdıklarımı düşünüp hepsi için bir yıldızın kaymasını isteyerek dua edeceğim.

3 Mayıs 2012 Perşembe

Heves

 Bir günün güzel geçip geçmemesi umurumda değilse o gün ne olursa olsun, beni etkilemez. Fakat, hani an gelir de yataktan kalkarken bir şey hissedersin ve o günün güzel geçeceğine inanırsın ya işte bu hissiyat gelince o gün hiçbir şey bozulmasın ve günü güzel sonlandırayım istiyorum.

 İnsan ne kadar çabalarsa çabalasın, bazı şeyler olmayınca olmuyor. Uzanmak istiyorsun ve diyorsun ki "o benim olacak" bu lafta kalabiliyor çoğunlukla bizler insan olduğumuz için dilimize dolanan arzu karşıtı kelimelerle kalıyor istekler. Kulaç atmayınca boğuluyorsun ya olduğun yerde kalıp bunu biliyorsun işte aynen öyle bir şey istekleri sırtlamak bunu da biliyorsun ama yine de adım atmak o kadar ağır geliyor ki olduğun yerde hayallere dalıyorsun. Benim hayatımın büyük bir kısmını hayaller oluşturuyor ama yine de olduğum yerde duruyorum diye geri kalmamak için elimden geleni yapmaya çabalıyorum. Kimse ile frekansların uymuyor olabilir bu yüzden isteklerin karşısında tek de kalabilirsin, ben öyle durumlarla karşı karşıya kalıyorum genellikle ama yine arkamı dönüp gitmiyorum. İşte sen de gitmeyeceksin önce bir nefes al bir bak bakalım zirve ne kadar uzakta, zirveye öyle bir bak ki içine düşücekken kendini toparla ve plan yapabilmek adına dön sırtını git. Geri gelip harekete geçeceğin vakit de duramayacak olduğunu unutmamalısın. Sana çelme takacaklar elbette düşeceksin dik duracaksın dememi beklememelisin. Düşeceksin, canın yanacak ama unutmayacaksın! Aklında kaldıkça isteğin kendini vahşi bir at gibi koşmaya odaklayacaksın.

 Ben bir iki kurşun sıktım, sen ister duy ister duyma ister olay mahaline koş ve etrafta olan bitene bak istersen otur oturduğun yerde ve tüm umursamazlığını giyip üstüne otur izle televizyonunu yahut dinle müziğini içinde ne olduğunu o vakit anlarsın. Ona kulak vermen lazım, onu karşına alıp içine bakabilmen lazım ve sonrasında bekleyeceksin duyman gereken kelimeleri; korkmadan, saçmalamadan dinleyeceksin. İsteklerin sonra gelecek önüne birbir selamlayacak seni bir tabloda dizili halde ve sen erişebildiklerinle yetinmeyeceksin ama günü gelince tablodakilere bakıp belki; mutlu öleceksin.

25 Nisan 2012 Çarşamba

Beğenilmeyen Vol I.

 Beni mi suçluyorsun? Soğuk olmakla beni suçluyor ve kendin bi' kez olsun ateşkes yapmak istemezken hataları yıkıyorsun öyle mi? Haklısın, ben de olsam kendimi suçlarım sonra da oturur derdimden bildiğim tüm saçmalıklara kafa yorardım. Fakat, işler çok değişti ben eski beni göstermiyorum. Tablodaki adamdan yahut sana göre çocuk olandan herhangi bir eser yok.
 Fikirleri ele almaktan çok uzaktayız, aramızdaki mesafeler sorun değil de kafa yapısı çok farklıymış. İnsanın yazdıkları ile konuştukları bir değil ne de olsa bunu sen de biliyorsun, anlatmama gerek yok. Bir umutla sofraya oturup iki kırık bardakla kalktığımı da bilirim ama sen gözlerimdeki cam kesiklerini de görmüyorsun. Ben farklı kapıdan girmişim derken kendimi yerde buluyorum. Sonra uyanınca boğaz karşımda başımda martılar dibimde tüm esnaf benimle alay ediyor. Burnuma taze simit ve sigara kokuları doluyor. Karnım mide bulantısı ve açlık hissiyle dolup taşıyor. Eski ben yok diyorum, inanmıyorsun ve inanmıyorlar. Gözlerim kanla dolmuş, nefesim ölümle kokuyor bana inanmıyorlar. Kendileri bilirler bir çıksın karşıma ve sonrasında oturup izlesinler, boğazda kaç ceset üst üste kule olmuş.
 Aslında ne ben vahşet doluyum ne de sen hiçbir şeyin farkında değilsin, her şey alenen ortada sadece birbirimize oynadığımız oyunların hakkını verme çabası içindeyiz. Bu oyun fazla uzuyor ve raylar alabildiğine sıralanıyor ta ki içimdeki kor alev sönünceye dek devam edecekmiş gibi her şey, sensiz ve ben olmayan bir şekilde...

21 Nisan 2012 Cumartesi

Binlercesi


Geceden beri sürüyor ince ince gösteriyor kendini. Senden sonra kalan şeylerde ince ince süzülüp gidenlerin gittiği yerlere yöneliyor. Oysa önceleri bir kutsallığın vardı sen demek hiç var olamayacak bir lütuf demekti. Şimdi sadece kafamda yavaşça gittiğin yeri düşünüyorum da dediğim gibi geceden beri süren yağmurla aynı yere gidiyorsun. Yazdıklarımla kaç kişinin ilgisi vardır acaba? Bugüne kadar o kadar çok kişiyle savaş verdim ki kafamdaki katip kimler için ne yazdığından bihaber duruma geldi. 
 Önümüz yaz ama bilirsin ben yazın ortasında dahi sonbaharda tutuklu kalmış bir insan evladıyım. Hevesle beklediğim tek mevsim sonbahar belki de ama içimden bir an olsun gitmiyor. İçimden gitmeyen bir şeyi arzulamam ne kadar saçma bunu ben de bilmiyorum. Sen de içimden bir an olsun çıkmıyordun ama uyanık olduğum her saniye seni düşünebilmeyi istiyordum. Mevsimle ilgili söylediğime göre bu da bir saçmalık ama nasıl bir büyüklüğe sahip bilmiyorum. Çünkü seninle ilgili tarifler hiçbir zaman tutmuyor. Yanılma payım diyeceğim fakat olayın paydası zaten yanılmaya dayalıyken bunu söylemem de saçma olacak bu yüzden her şeyin yanlış olduğunu söyleyip susmam gerekiyor. Şimdi aklıma geldi, sonbahar geldiğinde ben bir kaptan olsam sığınacağım limanda aklımın kalacağı tek kadın sen olacaktın. Fakat, önümüz yaz ve sonbahara daha çok var. Ölüm ensemize en tok sesli çalgısını üflerken sonbahara kavuşabileceğimiz fazlasıyla meçhul bir hal alıyor. 
 Uzun zamandır sıcaklık terimini karşılayabilecek bir bedenle bütünü görmedim. Kelimeleri solduracak bedenlerin peşinden fazlasıyla koştum ama ne yazıktır hikayelerin sonunda yeniden doğan bir fidanla da karşılaşmadım. Farklı hayatlarda yüzeysel olarak aynı hatalara ait hikayeler yaşadım. Duygularım mı isyan etti yoksa aklım mı mantığımı yeni bilmiyorum ama artık kimseyi aramıyor gibi hissediyorum. Senden bahsetmeyeceğimi söylediğim konuşmalara başlıyorum ama araya serpiştirilmiş baş harflerinle karşılaşıyorum. Demem o ki bu geçici bir durum büyük ihtimalle ama yine de ne kadar süre geçmeyeceğini ben dahi bilmiyorum.

Ud


Sanki ölüm sahnesinden bir paragrafı onun gözleri önünde okumaya başladım. Çünkü; bu feryadının başka bir açıklaması olamazdı. Ben de her ne yapıyorsam onu yapmaya devam ettim ve bu onu daha da çileden çıkardı. Oysa, ben ona çilenin sebebi de seveni de sensin demiştim, dinletemedim. Susması gerekiyordu, benim konuşacaklarım bitmemişti. Fakat, beni susturdu ve kendi konuşacaklarını da yuttu.
 Bencilliğin alemi yok be kadın! Ne diye yüzüme vurman gereken sözleri benden sakınıyorsun? Biraz kederi de benimle paylaşsan hiçbir zararı olmaz. Belki, beni boğan düşüncelerini görüp idam sehpamın daha hızlı inmesini sağlarsın. Bu seni daha merhametli kılacaktır ne de olsa bazı acımasızlıklar büyük merhametleri el atında barındırır. Küfürlerime tanık olmuyorsun ama beni bir duysan ağzımı bantlamak için çabalarsın. Çünkü; küfürlerimin büyük bir bölümüne sen konuk oluyorsun ama sana çekeceğim cilayı alıp başkalarına boca ediyorum. Onun o keskin kokusunu da senden esirgiyorum. Al bak! Seni küfürlerimle karşılaştıracak kadar bile değerli bulmuyorum. Senin yaptıklarınla eşdeğer bir yanım yok, ben de bunu inkar etmiyorum. Fakat, kendi dünyamda soytarıdan öteye gidemezsin artık.
 Bir gün olur ya bana bakmakla yetinebilenlerden biri olursun. Kendini o gün dünyanın en şanslı kişi hissetmemen için elimden geleni yapacağım. Çünkü; kapında yatarken üstüme basmaya dahi lüzum görmediğini unutmaman gerek.

Mızıka


 Gün olur, tüm arsızlığını bir dikişte yutarsın ama gün gelince yine gelip hayatıma sıçarsın. Bütün mesele bu umursamazlığını bana yansıtmandan kaynaklanıyor. Kendine hakim olman gerektiğini söylesem, biliyorum ki kalkıp gideceksin ve belki birkaç gün dahi olsa seni göremeyeceğim. Fakat, söyleyemiyorum giderken çarpacağın kapının sesi ile yalnız kalmayı istemediğim için…
 Güneşli günlerde rastladığım zaman sana kulaklarımdan arkasından çıkıp tepeme yerleşen kara bulutlarla karşı karşıya kalıyorum. Sevgi dediğin duygu nefreti beraberinde saklıyor. Çünkü; bu kara bulutlar öyle hırçın ve öyle esintili bir düş barındırıyor ki yeri geldiğinde ruhumun uzak diyarlara uçup gittiğini hissediyorum. Küfrü ne mahalle esnafından ne de kendi ailemden esirgiyorum. Beni uçurup karanlığa atan tüm hislerimi saygı ile anıp, hırs ile sikiyorum. Bu kadar değişeceğimi bilsem, bütün kötü etkiyi bir yılan gibi başkasına bırakıp kaçmayı bile kabullenirdim. Merhametli olup, kendi içinde hapsedince yanan salt sen oluyorsun ama bırakacaksın başkaları inleyecek ve sen bu iniltilerden zevk alacaksın. İstersen kötü ol, nasılsa bu devirde kötüye saygı ve sevgi her vitrinde mevcut bulunmaktadır. Sen de eğer göz dolduracaksan kalk boz aynada bütün normalliğini ve çık sokağa al şerefle anılan şerefsizler arasındaki yerini…
 Sen ve umursamazlığınla bitseydi hikaye yazık olurdu, sırf bu yüzden bir de tutarsızlıklarınla en güzel rollerini seyrettiyorsun. Bi’ bok bilmediğini fark ettiğin gün yüzünün o halini merak ediyorum. Çünkü; bu tutarsızlıkların yahut umursamazlıklarının bir faydası kalmadığını sen de görüyorsun. O yüzünden düşüp kırılacak porselen bebek tavrını görebilmeyi sırf bu yüzden istiyorum. Sen hiçbir bok bilmiyorsun ve er ya da geç bunu fark ediyorsun. İyi oyna sevgilim ne de olsa yanında acı sirenler çalınca orta yerinden çatlayacak bir porselen bebeksin.

Yazılmış Olmak İçin


 Gün güzel ve sayılı şafaklar önümde merdiven gibi beliriyor. Belki bir süre için oturup soluk almalı ve şafağın kızıllığının tenime değmesine izin vermek için gölgeden çıkmalıyım. Fakat, garantisi var mı? Şafağın gözlerimi benden almayacağının ve kafamı önüme düşürdüğüm de karşıma aşkı uyandıracak bir kadın çıkarmayacağının garantisi var mı? Yok.
 Aklıma bu yazıyı yazarken “Yakup - Platonik” parçasının klibi geldi. Adam bir dilsiz, kadının birine aşkını anlatmaya çalışıyor, en sonunda güneş ışığı yüzüne vurunca görebilmek için elini kaldırıyor ve avucunun içindeki “seni seviyorum” yazısı bütün derdine bir anda derman oluyor. Derdime derman olacak bir tesadüfe ihtiyacım var ve bunun bilincindeyim ama ne bu tesadüfü kovalamayı istiyorum ne de karşıma bir anda çıkıp gelmesini istiyorum. Kendimi öyle bir salmışım ki yokuş aşağı kayarak ilerleyen bir aptal gibiyim ama yine de hiçbir şeyden korkmuyormuş gibi hissediyorum. An gelecek mal gibi kalacağım belki ama yine de hazırlıksız bir biçimde beklemeyi tercih ediyorum.
/Bu da böyle yarım kalsın.

Hareket


 İnsan her zaman düşünerek hareket etmek zorunda değildir. Gel gör ki ben bunu çevremdeki insanlara anlatamıyorum. Anlık olmadıktan sonra hayatın hızına nasıl yetişmeyi düşünüyorsun? Bunu gerçekleştirebilmek için birkaç büyü gücüne ihtiyacın var. Bu kadar zahmete girmektense yapman gereken tek şey anlık olmayı sevmek ama mal gibi düşünmeyi tercih ediyorsun. 
 Ben kendimi bildim bileli anlık bir insan olduğum için kafama ne eserse onu yapıyorum ve genellikle “hadi karşim kalk gidek” dediğim de “haa, hııı, lan şimdi olmaz ki ama niye önceden söylemiyorsun lan” gibi tepkiler alıyorum. Anlaman gereken nokta şu, sen kıçını yapıp evde oturmayı tercih etmesen ve benimle gelsen belki hayatının fırsatını elde edeceksin, belki yaşamın son bulacak hayatını sürdürme derdinden kurtulacaksın ama yine de anlık bir plan olduğu için evde oturmayı tercih ediyorsun. Bu yüzden kaçırdığın belki kaç teklif vardır ama sen bunları göz ardı ettiğin için vicdanında herhangi bir sızlamayı net olarak hissetmiyorsun. Fakat, gün geliyor sevdiğin yahut arzuladığın bir şeyi elden kaçırınca “keşke” ile başlayan cümlelere saldırıyorsun. Kusura bakma arkadaşım, sen hatayı en başta yapıyorsun. 
 Gün gelince kaçırdığın zamanlara ölesiye üzüleceksin. O gün bana gelmeyecek düşüncelerine kapılmaman için sana elle tutulur bir örnek vereyim; gün gelince sen de yaşlanıyorsun ve tepeye ulaştığın bir noktadan arkanda kalanlara bakınca ne kadar çok sözü yarım bıraktığını görüyorsun ve aslında bulunduğun tepeden daha da üst noktalar olduğunu fark edip “keşke” ile başlayan cümlelere atıflar yapıp, sinirle sonlanan krizleri küfürlerle süslüyorsun. 
 Kusura bakma arkadaşım ama sen her şeyi baştan kaybediyorsun.

Kafa Merakı


 Lanet aklımı yazmak için zorladığım da bir bok çıkmaz ama vay efenim bir duşa gireyim yahut bir şarkı melodisine iki üç söz sallayayım dedim mi deli gibi ilham patlaması yaşayayım. Bazen neyin kafasını yaşadığımı çok merak ediyorum. Harbi neyin kafasını yaşıyoruz acaba? Bir samuray ya da bir şövalye neyin kafasını yaşıyordu? Zaman makinesi var olsa büyük ihtimal Kanuni kafasını önce öğrenirdim. 
 Neden mi?
 Adam kaç defa yanına koduğum Viyana Kalesini kuşattı ama alamadı. Ki, adamın ordularından çekinip yolunu açan bir Şarlken gerçeğinin olduğu dönem de en büyük başarısızlığı Viyana’ydı. Bi’ otur, düşün. Acaba nerede hata yapıyorsun? Sen sefere ilkbahar vakti çıkıyorsun da ne diye zamanın gelmeden kış günü oralara gidip kuşatma yapıyorsun. Üstelik koca koca surları yıkacak topları da taşıyamıyorsun sırf bu yüzden. İşte sırf bu yüzden önce Kanuni kafasını keşfederdim. Üstelik adamın babası, hazineyi ne güzel doldurtmuş Doğu seferleri sayesinde adam bunları alıp bir hiç uğruna batırıyor. Bu yüzden devlet angut gibi dış borçlanmalara başlıyor.
 Yeniçeri kafasını da merak ediyorum. Asker de beyin daha iyi olur daha ileri görüşlü olması gerekir ama adamlar ne kadar yenilik varsa karşı çıkıyor, kazıklı voyvodaları geçirip duruyorlar. Ne gereği var? İki kuruş, padişah değişti diye para almak için durmadan adam asmalar yeniliklere karşı çıkmalar… Adeta ergen liselilerden oluşmuş bir birlik gibi hareket ettiler son zamanlarda. Bu yüzden onların kafasını da merak ediyorum.
 Eski çağların adamı olduğumu o kadar net bir biçimde hissediyorum ki sanki 7/24 antikacı dükkanında yaşıyormuşum gibi geliyor. Halbuki, ben teknoloji ile de iyi anlaşan biriyim ama bana bu ateşli silahlar, nükleer bombalar, aşiretler birer şerefsizlik gibi geliyor. Adam kavga ediyor, dayak yiyor hemen gidip tabancaya ya da arkasındaki kişilere sığınıyor. Biraz kalıbının adamı olmak lazım, ben işte bu tip insanların kafasını merak etmiyorum mesela. 

Yarım Kalandan Vol I.


“Haydi abbas, vakit tamam;
Akşam diyordun işte oldu akşam…”
 Cahit Sıtkı Tarancı, adam gibi adamdır. Bu yüzden onun şiirinden bir kesitle yazıya başlamak istedim. Vakit tamam diyecek kaç dosta sahipsin? Sen çağırdığında sana nedenini sormadan gelecek kaç kişi var etrafında? Zaman kötü kolla götü diyorlar ama bu dönemde organize olamadıktan sonra tek başına hiçbir şey yapamıyorsun. Bazen diyorum, oğlum niye katlanamıyorsun insanların yalanlarına? Siktir et, yum gözlerini katıl sen de onların yaşadığı alemde kal. Çünkü; hep bir şekilde kendime bir konum bulup yükseliyorum ama sonunda her şeyin ne kadar angutça hatta yavşakça olduğunu görüp dayanamıyorum, dilime geleni de esirgemeyince geldiğim konumdan aşağıya atlayıp gidiyorum.
 Neyse işte, vakit tamam. Hayatımdaki yüksek basamaklı bir atılımı bitirmeme sadece birkaç ay kaldı. Bu atılım tabi ki YGS ve LYS adı altında yapılan sistemin koyunları ayırt etme sınavlarıyla niteleniyor. Bakalım, nasıl bir senaryo ile devam edeceğim. Hiç emin değilim, içim bir tuhaf. Duygusuzum diye diye ruhsuz biri oldum, çıktım. Neyse ya bu yazıyı burada bitireceğim, düşününce de tuhaf oldum.

Ay ve Güneş


Sana süslü şeyler söylesem; kendimi yansıtacağım ama içten varlığımı bir hiçten sebep tehlikeye atacağım. Evet, kendimden ödün vereceğimi söylüyorum. Birbirimizi kandırmaktansa dürüstçe konuşurken iki kahve yudumlamayı tercih ederdim. Fakat, bu konuşmayı yaparken yanımızda sessizlikten başka kimse de olmayacaktır. Yoksa, bu dürüstlüğün temelini atmak pek’ala zor olacaktır. Öncelikle kendimizi kandırdığımız noktaları birbirimize küfür edercesine söyleyecek sonrasında bir bardak suyu bir dikişte içer gibi birbirimizden özür dileyecektik. Yeri gelince pişmanlıklarımızı elimizde patlayan bombaların açtığı yaralarla dile getirecek ve an’a dönüş yapmak istediğimizde yolda bıraktığımız cam kırıklarına yalın ayak basmak zorunda kalacaktık. 
 Bir başka diyara ışınlarken kendi fikirlerimi senin elinden tutmayı da ihtimal etmeyecek kadar düşünceli olacaktım. Gün geldiğinde bir sabah ansızın evin önünde kahvaltını hazır bekletecektim. Ailenden çekindiğim için içeri giremeyecek kadar utangaç bir insandım, bilirsin. Bu yüzden belki de bir tık atıp kapının önünden fırtına geçmişçesine seni o kahvaltı ile başbaşa bırakacaktım. Seni öpmeden gittiğim için beni arayıp küfür edecektin sonra boynuma sarılamadığın için ağlayacaktın. Fakat, ben senin tam arkanda olacak ve seni bir sonbahar umut dolu esintisi ile dolduracaktım. 
 Fikirler yalnızlaşmaya yüz tuttuğunda aradaki mesafeler kalbimizi bin parçalık puzzle haline getirecekti. Biz hangi parça hangi parçaya uyuyor diye düşünürken birden etraf kararacak ve zamanın içinde bir çölde birbirimizden ayrı düştüğümüzü geç anlayacaktık. Uyandığımda ben Ay’da yürüyen bir astronot sen ise Dünya’nın en çekici küfürbaz kadını olacaktın. Küfürden hazzetmezdim bu yüzden kendini dilin cilasına verecektin, ben de içimdeki karanlığı yüzüme yansıtmak maksadıyla Ay’ın delisi olacaktım. Mezarıma bir meteor taşı çarpacak ve bir iz dahi bırakamayacaktım, sen ise Dünya yok olsa dahi hiç silinmeyecek izlerle hafızalarda yüce bir kabir kazanacaktın. 
 Hikayemiz hiç birleşemeyecek olmamızın saf kanıtı olacaktı ama biz birbirimizin hilelerine kanamayacak kadar saflıktan uzak olacaktık.

Çark


Bugün bir başlangıçtan söz etmek istiyorum, hayata başladığımız kapıyı nerede bulduğumuzdan… Dinlersen belki sonunda bir şeyler eklemek istersin. Hayata atılımı okul ile gerçekleştiriyoruz ve zamanımızın çoğunu yakıp kül eden yer de burası oluyor. Bu sistem için büyük bir kamp alanı ve çoğu kez Türkiye’de yeteri kadar özen gösterilmediğine şahit oluyorsun. Haşere bir çocuksan beni anlıyorsun ve ben oyun için çıldırdığım çağlarda kendimi boynuma tasma takılı olarak okul kapısında bulmuştum. Çoğu kez hastalığımdan dolayı hastanede geçirdiğim zamanlar yetmiyormuş gibi bir de üstümdeki hastane kokusuna okulun karmaşasını ekliyordum.
 Okumak hayatta en önemli nokta ama insanlar bunu nasıl yapacaklarını tam anlamıyla öğrenemedikleri yerlerde üstünkörü değerlerle yetiştiriliyorlar. Okullarda okumayı öğretiyorlar. Evet, sadece okumayı ama okumaktan kastımız birkaç kelimeyi söyleyebilmek olmamalı bunlara yüklenen anlamları ve katabileceğimiz değerleri de öğrenebilmemiz gerekir. Ne yazık ki bu öğretiyi okul içerisinde ya da hayatta edindiğiniz kaynaklar sayesinde belli bir adım doğrultusunda ilerleyerek kendi başına edinmen gerekiyor. Sistem, eksikleri ardına sürükleyerek takmasına neden olan bir etek giyiyor. Eksik gedik kapanmadan bir de Milli Eğitim Bakanlıkları aman çocuklar kaynaşsın maksadıyla onlar için geziler düzenletip farklı etkinlikler sunuyor. Fakat, bunlar bile baştan savma insanların gözetiminde sorumsuzca gerçekleşiyor. Çocuk okulda öğrenmesi gereken doğrular yerine öğrenmemesi gereken yanlışları kulağına takıp eve dönüyor. 
 Okuldan sonra birkaç saati mutlaka hayata ayırmak gerekiyor. Yoksa, kurtlar sofrasına meze olup ne öğrendim diyemeden yutuluyorsunuz. Yani öğrenilenlerle yaşanılanların çoğu zaman bir tutarlı yanı dahi olmayabiliyor. Bakanın teki geliyor; bu sene şunu yapacağız, diyor. Bir başkası yine aynı şekilde gelip kafasındakini ortaya koyuyor ve böylece sistem Nuh’un gemisine dönüyor ne kadar yüklenirsek ve farklılık taşırsak o kadar kar ederiz gibi görünüyor. Fakat, bu büyük yanlışları yıl içerisinde hayatı birkaç saate düğüm ettikleri sınavlarda görüyoruz. Ben de bu sene ikinci kez o düğümle yüzleşmeye mecbur kaldım. Hemen hemen ilkokul dördüncü ve beşinci sınıftan beri dershaneye gidiyorum(sadece altıncı ve dokuzuncu sınıfta gitmedim.) bunu ailem istiyor zaten sistemdeki eksikler nedeniyle gitmeye de bir nevi mecbur oluyorsunuz. Bu yıl ikinci kez YGS ve LYS dalgasına mahkum edildim. Özele gidemez miydin? Evet, gidebilirdim ama oraya harcayacağım parayı cebime atabilme şansım varken bu fırsatı elimden kaçırmayı istemedim. Neticede, hayatı boyunca ağır iş altında çalışmamış biriyim ve kalkıp da ben alacağım paradan feragat etmek zorunda bırakılacaksam okumamın da eğlenceli bir yanı kalmayacaktı. Çünkü; cebimdeki param doğrultusunda eğlenme şansım oluyor. Bu sene kendi kapasitem doğrultusunda ve yine dershaneden aldığım takviye ile bu sınavlara hazırlandım. Günü geldi ve ilk aşamayla karşı karşıya kaldım. Gel gelelim şansım bana küsmüş olacak ki ÖSYM’nin yolladığı milyonlarca saatten bozuk olanı bizim sınıfta karşıma çıkardı. Sınava da zille değil de ilk defa saate göre başlanıldı. Bizim saat sözde düzeltildi ve saatimiz 10’u gösterdiğinde sınava başladık. Kısaca aradaki kısmı da söyleyeyim; müdür içeri geldiğinde ona saatten söz edildi ve ayarlayın başlayın deyip saate bakma gereği duymadan çekip gitti. Ben şanslıyım ki 160 soruyu çözme süremi en son 110 dakikaya kadar indirmiştim. Matematikten son 20 sorum kaldığında henüz 60 dakikam vardı ama ben ancak bunun 20 dakikasını kullanabildim ve havalı müdürümüz gelip 12.15’te bize ne yaptığımızı sordu ve sınavın bittiğini söyledi. Gözetmenler açıklama yaptılar ve müdür sadece 15 dakika verdiğini söyleyip sınıftan çıkıp gitti. Gerisi zaten öğrencilerin kendine hakim olamaması ve bağırış çağırışlarla geçti. Ben şanslıyım ki o anda bir şey yapmadım, sınavımı bitirip aşağıya indim sonrasında müdürün odasına çıktığımızda bize cakasını yüksek ses tonuyla konuşarak sattı ve bize işin ucunu bırakın biz onlara 25 dakika ekledik dedi. Sanki, ben o sınavda değilmişim gibi böyle konuşması canımı sıktı, gerisi bağırış çağırış…
 İşte sistem eteğine takılmış olan bu kadar açık ve yanlışlık varken büyümeye devam ediyor, bu yıl ben de böyle bir olayla kurban ediliyorum ama içim rahat. Çünkü, sistem çalışmayı gerektiriyor ve ben bir nebze de olsa çalıştım. Artık ailem bana “çalış” dediğinde dinlememezlik edemiyorum. Çünkü; o günden beri her gece yatmadan aklıma ya ben hızlı çözemeseydim sorusu geliyor. Sınıfımda olan diğer kişileri düşünüyorum ve üzülüyorum. Sistemin başındaki kuklacılardan ne zaman kurtulunur bilinmez ama kurtulmak için bir şey yapmak gerek bu yüzden öngörülü olmanı ve okumayı öğrenmeni rica ediyorum. O gün Türkçe sorularını ortalama 50 dakikada çözmüşler ama ben 30 dakikada bitirdim.(Evet, boş yok Türkçede) Bunu okumayı biliyor olmam sayesinde kazandım ve sana “çalış” diyen aileni de gözardı etmemeni öneririm. Fakat, oturup sistemi kabullenmeni söylediğimi de düşünmeni istiyorum. Kurban olmamak için, kasapla arkadaş kalmayı öğreneceksin.

21 Ocak 2012 Cumartesi

Pamuktan Farkın


 Seninle tanıştığımızda pamuk şekerle var olan karşılaşmamdan farksız bir duygu hissetmiştim. Önce saçma gelmişti, erkekliğim ağır basmıştı ama sonrasında tadına hapsolup kalmıştım. Başlangıç olarak kabarık görünüşünden dolayı bitmeyecekmiş etkisi yaratıyordu. Tadını hiç kaybetmeyecek ve istediğim zaman elimin altında olacakmış gibi.

 Yüzlerce sabah geçip gitti. Kış yaklaştıkça değişime maruz kaldın, bitkiler gibi. Onların yeşilliği meydanları dolduruyorken tanışmıştık seninle ama zaman geçtikçe ne onların yeşilliğinden eser kaldı ne de senin kalbi ferahlatan etkinden eser kaldı. Oksijen tüpüm dahi bitmeye yüz tutmuşken yaşama telaşına kapılmamanın nedenini merak etmiyor değildim. Çünkü; sen de kaybetmiştin havanı.

 Sakın heyecanlandığımı düşünme sadece kemerim belimi biraz fazla sıkıyor. Çünkü; eskisi gibi hissetmiyorum. Senin donuk bakışlarında mana arayan o çocuk bakkala gitti ve uzun bir süre dönmeyecek görünüyor. Ailesi onu unutmuş değil sadece uzunca bir süre önce toprağa karıştığını biliyorlar. Gerçek öylesine yalana sarılmış ki ayırt etmeleri için yağ kullanmaları gerekiyor.
 Eskisi gibi değil hiçbir şey eskici...

8 Ocak 2012 Pazar

Afiyet Olsun


 Bugün günlerden ne olduğunu bilmiyordum. Sabah yalnız başıma uyandığım sıradan bir gündü ve sokağa çıkana kadar başlangıcın hiç önemi yoktu. Kendime gelmek için yatağın içinde doğruldum, uzun bir bekleyiş sonucunda lavaboya gidebilmek için ayağa kalktım. Kapının eşiğinden geçip doğruca musluğa yöneldim, önce ılık bir duş almak için uygun ortamı hazırlıyordum. Bunlar bir çırpıda oldu, bitti. Karnımı doyurmadım yine her zamanki gibi ufak bi’ atıştırmayla geçiştirdim.
 Demiştim ya günlerden ne olduğunu bilmiyordum, sokaktan geçen boşboğazların konuşmasına kulak misafiri olmasam hala bilmiyor olacaktım. Bugünü de öğrenmiş oldum ve ilgilenmeden yolumda yürümeye devam ettim. Aklımda daha önemli şeyler vardı, her gün düşünülen önemli şeyler. Her gün düşündüğün şeylerin önemi kalır mı? Bilemediğim noktalardan biri de bu. Ben kafa yorduğum konulara artık klasikleşmiş başlıklar diye ad veriyorum. Sorduklarında da “klasik ya nolsun” diye geçiştiriyorum. Nitekim yine onu düşünüyorum. Sevdiğine karşı ne hissediyor? Acaba duyguları ne alemde? Şuan ne yapıyor? Gün geçtikçe, bu düşüncelerde beni soğuttu. Kendimden mi yoksa ondan mı? Bilmiyorum. Ama tahmin edeceğin üzere aynı rutinlerle kendimi oyalayıp duruyorum, bu yüzden lafımı yarım bırakıyorum. Sana afiyet olsun.

Yarım


 Bir damla hücum borusunu çalıyor. Yavaşça yanaklarına ilerlerken kalp ambulans sirenleri eşliğinde acile kaldırılıyor. Kulağında o çok sevdiğin parça çalıyor. Belki de suçlu kulağında çalandı. Önemi yok yine de. İnsan sevdiğini suçlayamıyor.
 Bir masal birkaç saatte doğabiliyor. Anılarını düşünmeye daldığında kendi filmini izlemiş, oluyorsun. Zaman matinesi öylece beliriyor zihninde. O mahsun çocukluk yıllarını öyle özlüyorsun ki, aklın eskilerin dibine oturup beşik sallıyor. Konuşamadıklarını birbir yad ediyorsun. İçin öylesine dolu ki, taşan ızdırapları Güneş’in vurduğu yerlerde yakıyorsun.
Yarım kalmış, bir yazı daha…

Dene


 Kendinden uzaklaştırmak istediğin insanı çok seveceksin. Tecrübeyle sabit bir hale getirdim, bunu. Yıllar öncesinde başlamıştım, maceram. Bir arkadaş çevrem vardı, muzip çocuklardan oluşmuş, bir çevre. Zaman geldiğinde ve onlara çok değer verdiğim de tek gördüğüm boş bir okul bahçesinde yalnız başıma takılıyor olduğumdu.
 Tecrübe yıllar içerisinde kendini tekrar edip duran arkadaşlık hikayelerimin birikmesiyle sabit bir hal aldı. Kaybedilenleri kazanmak için çabalamadım mı? Çabaladım. Her zaman gidenlerin arkasından koştum. Koştum, çünkü onlar gidiyorken hep bir geç kalmışlık korkusu vardı. Meğer, insan gideni döndürse dahi hiçbir şey aynı kalmıyormuş. Bunu da öğrenince kendimi kahveye verdim. Çünkü, insan uyumamalı, eğer onun yanında olacak biri dahi yoksa uyumamalı, çünkü yalnızken rüya göremez insan bari ayakta olup kendi hayallerini yaşamayı dene.

Anlarım

 Birinden vazgeçemezsin, onu silemezsin. Anlarım. Ben iki defa öldürdüm seni zihnimde ama ikisinde de çıkıp geldin. Peki gitmek için direttiğim de neden beni serbest bırakmadın? Üç kuruşluk sevgiye muhtaç değilsin, bilirim. Bunu kendine bağlama, sadece sana seslenmiyorum. Senden öncesinde var olan bedenlerde aynı tavır içindeydiler. Belki de prometheus’un mahkumiyetinin bir paradosi de benim mahkumiyetimdi. Sana öylesine kızgnım ki elimden bir şey gelse rahatlayacağım. Tek yapabildiğim yazmak ve gözlerimi nemli tutmaktı. Öylesine sıkıldım ki bu durumdan bir son vermek için kendimi odama gömüyorum. Çalışma masası karşısında çözülecek sorularla takılıyorum, geçmiyor ama iyi geliyor.

Görüyor Musun?

Şu ışığı görüyor musun?
Yarında hissedecek olduğun,
Mumun alevinden parlak olan.
Bedenini mutlu kılan.

Şu ışığı görüyor musun?
Yarına uyanmış, olduğun,
Kumdan kalelerine dolan,
Zihnini sürekli aydınlatan.

Şu ışığı görüyor musun?
Yarınında yanıyor, olduğun.
Durgun sularında kızıl olan,
Tan vakti camını dolduran.

Şu ışığı görüyor musun?
Yarınında var olduğun,
Sefaletle dudaklarına dolan,
Kalbini tek başına ısıtan. 

Eksik Kıta

Sokaklar geçmişin kaçtığı karanlık,
Kafanda binlerce soruyla ayrılık,
Dengesini yitirmiş umarsız kalabılık,
Sallanıp duran bir tahttan krallık… 

6 Ocak 2012 Cuma

Sıkılırsın, denersin bi'şeyler yapmayı.