25 Nisan 2012 Çarşamba

Beğenilmeyen Vol I.

 Beni mi suçluyorsun? Soğuk olmakla beni suçluyor ve kendin bi' kez olsun ateşkes yapmak istemezken hataları yıkıyorsun öyle mi? Haklısın, ben de olsam kendimi suçlarım sonra da oturur derdimden bildiğim tüm saçmalıklara kafa yorardım. Fakat, işler çok değişti ben eski beni göstermiyorum. Tablodaki adamdan yahut sana göre çocuk olandan herhangi bir eser yok.
 Fikirleri ele almaktan çok uzaktayız, aramızdaki mesafeler sorun değil de kafa yapısı çok farklıymış. İnsanın yazdıkları ile konuştukları bir değil ne de olsa bunu sen de biliyorsun, anlatmama gerek yok. Bir umutla sofraya oturup iki kırık bardakla kalktığımı da bilirim ama sen gözlerimdeki cam kesiklerini de görmüyorsun. Ben farklı kapıdan girmişim derken kendimi yerde buluyorum. Sonra uyanınca boğaz karşımda başımda martılar dibimde tüm esnaf benimle alay ediyor. Burnuma taze simit ve sigara kokuları doluyor. Karnım mide bulantısı ve açlık hissiyle dolup taşıyor. Eski ben yok diyorum, inanmıyorsun ve inanmıyorlar. Gözlerim kanla dolmuş, nefesim ölümle kokuyor bana inanmıyorlar. Kendileri bilirler bir çıksın karşıma ve sonrasında oturup izlesinler, boğazda kaç ceset üst üste kule olmuş.
 Aslında ne ben vahşet doluyum ne de sen hiçbir şeyin farkında değilsin, her şey alenen ortada sadece birbirimize oynadığımız oyunların hakkını verme çabası içindeyiz. Bu oyun fazla uzuyor ve raylar alabildiğine sıralanıyor ta ki içimdeki kor alev sönünceye dek devam edecekmiş gibi her şey, sensiz ve ben olmayan bir şekilde...

21 Nisan 2012 Cumartesi

Binlercesi


Geceden beri sürüyor ince ince gösteriyor kendini. Senden sonra kalan şeylerde ince ince süzülüp gidenlerin gittiği yerlere yöneliyor. Oysa önceleri bir kutsallığın vardı sen demek hiç var olamayacak bir lütuf demekti. Şimdi sadece kafamda yavaşça gittiğin yeri düşünüyorum da dediğim gibi geceden beri süren yağmurla aynı yere gidiyorsun. Yazdıklarımla kaç kişinin ilgisi vardır acaba? Bugüne kadar o kadar çok kişiyle savaş verdim ki kafamdaki katip kimler için ne yazdığından bihaber duruma geldi. 
 Önümüz yaz ama bilirsin ben yazın ortasında dahi sonbaharda tutuklu kalmış bir insan evladıyım. Hevesle beklediğim tek mevsim sonbahar belki de ama içimden bir an olsun gitmiyor. İçimden gitmeyen bir şeyi arzulamam ne kadar saçma bunu ben de bilmiyorum. Sen de içimden bir an olsun çıkmıyordun ama uyanık olduğum her saniye seni düşünebilmeyi istiyordum. Mevsimle ilgili söylediğime göre bu da bir saçmalık ama nasıl bir büyüklüğe sahip bilmiyorum. Çünkü seninle ilgili tarifler hiçbir zaman tutmuyor. Yanılma payım diyeceğim fakat olayın paydası zaten yanılmaya dayalıyken bunu söylemem de saçma olacak bu yüzden her şeyin yanlış olduğunu söyleyip susmam gerekiyor. Şimdi aklıma geldi, sonbahar geldiğinde ben bir kaptan olsam sığınacağım limanda aklımın kalacağı tek kadın sen olacaktın. Fakat, önümüz yaz ve sonbahara daha çok var. Ölüm ensemize en tok sesli çalgısını üflerken sonbahara kavuşabileceğimiz fazlasıyla meçhul bir hal alıyor. 
 Uzun zamandır sıcaklık terimini karşılayabilecek bir bedenle bütünü görmedim. Kelimeleri solduracak bedenlerin peşinden fazlasıyla koştum ama ne yazıktır hikayelerin sonunda yeniden doğan bir fidanla da karşılaşmadım. Farklı hayatlarda yüzeysel olarak aynı hatalara ait hikayeler yaşadım. Duygularım mı isyan etti yoksa aklım mı mantığımı yeni bilmiyorum ama artık kimseyi aramıyor gibi hissediyorum. Senden bahsetmeyeceğimi söylediğim konuşmalara başlıyorum ama araya serpiştirilmiş baş harflerinle karşılaşıyorum. Demem o ki bu geçici bir durum büyük ihtimalle ama yine de ne kadar süre geçmeyeceğini ben dahi bilmiyorum.

Ud


Sanki ölüm sahnesinden bir paragrafı onun gözleri önünde okumaya başladım. Çünkü; bu feryadının başka bir açıklaması olamazdı. Ben de her ne yapıyorsam onu yapmaya devam ettim ve bu onu daha da çileden çıkardı. Oysa, ben ona çilenin sebebi de seveni de sensin demiştim, dinletemedim. Susması gerekiyordu, benim konuşacaklarım bitmemişti. Fakat, beni susturdu ve kendi konuşacaklarını da yuttu.
 Bencilliğin alemi yok be kadın! Ne diye yüzüme vurman gereken sözleri benden sakınıyorsun? Biraz kederi de benimle paylaşsan hiçbir zararı olmaz. Belki, beni boğan düşüncelerini görüp idam sehpamın daha hızlı inmesini sağlarsın. Bu seni daha merhametli kılacaktır ne de olsa bazı acımasızlıklar büyük merhametleri el atında barındırır. Küfürlerime tanık olmuyorsun ama beni bir duysan ağzımı bantlamak için çabalarsın. Çünkü; küfürlerimin büyük bir bölümüne sen konuk oluyorsun ama sana çekeceğim cilayı alıp başkalarına boca ediyorum. Onun o keskin kokusunu da senden esirgiyorum. Al bak! Seni küfürlerimle karşılaştıracak kadar bile değerli bulmuyorum. Senin yaptıklarınla eşdeğer bir yanım yok, ben de bunu inkar etmiyorum. Fakat, kendi dünyamda soytarıdan öteye gidemezsin artık.
 Bir gün olur ya bana bakmakla yetinebilenlerden biri olursun. Kendini o gün dünyanın en şanslı kişi hissetmemen için elimden geleni yapacağım. Çünkü; kapında yatarken üstüme basmaya dahi lüzum görmediğini unutmaman gerek.

Mızıka


 Gün olur, tüm arsızlığını bir dikişte yutarsın ama gün gelince yine gelip hayatıma sıçarsın. Bütün mesele bu umursamazlığını bana yansıtmandan kaynaklanıyor. Kendine hakim olman gerektiğini söylesem, biliyorum ki kalkıp gideceksin ve belki birkaç gün dahi olsa seni göremeyeceğim. Fakat, söyleyemiyorum giderken çarpacağın kapının sesi ile yalnız kalmayı istemediğim için…
 Güneşli günlerde rastladığım zaman sana kulaklarımdan arkasından çıkıp tepeme yerleşen kara bulutlarla karşı karşıya kalıyorum. Sevgi dediğin duygu nefreti beraberinde saklıyor. Çünkü; bu kara bulutlar öyle hırçın ve öyle esintili bir düş barındırıyor ki yeri geldiğinde ruhumun uzak diyarlara uçup gittiğini hissediyorum. Küfrü ne mahalle esnafından ne de kendi ailemden esirgiyorum. Beni uçurup karanlığa atan tüm hislerimi saygı ile anıp, hırs ile sikiyorum. Bu kadar değişeceğimi bilsem, bütün kötü etkiyi bir yılan gibi başkasına bırakıp kaçmayı bile kabullenirdim. Merhametli olup, kendi içinde hapsedince yanan salt sen oluyorsun ama bırakacaksın başkaları inleyecek ve sen bu iniltilerden zevk alacaksın. İstersen kötü ol, nasılsa bu devirde kötüye saygı ve sevgi her vitrinde mevcut bulunmaktadır. Sen de eğer göz dolduracaksan kalk boz aynada bütün normalliğini ve çık sokağa al şerefle anılan şerefsizler arasındaki yerini…
 Sen ve umursamazlığınla bitseydi hikaye yazık olurdu, sırf bu yüzden bir de tutarsızlıklarınla en güzel rollerini seyrettiyorsun. Bi’ bok bilmediğini fark ettiğin gün yüzünün o halini merak ediyorum. Çünkü; bu tutarsızlıkların yahut umursamazlıklarının bir faydası kalmadığını sen de görüyorsun. O yüzünden düşüp kırılacak porselen bebek tavrını görebilmeyi sırf bu yüzden istiyorum. Sen hiçbir bok bilmiyorsun ve er ya da geç bunu fark ediyorsun. İyi oyna sevgilim ne de olsa yanında acı sirenler çalınca orta yerinden çatlayacak bir porselen bebeksin.

Yazılmış Olmak İçin


 Gün güzel ve sayılı şafaklar önümde merdiven gibi beliriyor. Belki bir süre için oturup soluk almalı ve şafağın kızıllığının tenime değmesine izin vermek için gölgeden çıkmalıyım. Fakat, garantisi var mı? Şafağın gözlerimi benden almayacağının ve kafamı önüme düşürdüğüm de karşıma aşkı uyandıracak bir kadın çıkarmayacağının garantisi var mı? Yok.
 Aklıma bu yazıyı yazarken “Yakup - Platonik” parçasının klibi geldi. Adam bir dilsiz, kadının birine aşkını anlatmaya çalışıyor, en sonunda güneş ışığı yüzüne vurunca görebilmek için elini kaldırıyor ve avucunun içindeki “seni seviyorum” yazısı bütün derdine bir anda derman oluyor. Derdime derman olacak bir tesadüfe ihtiyacım var ve bunun bilincindeyim ama ne bu tesadüfü kovalamayı istiyorum ne de karşıma bir anda çıkıp gelmesini istiyorum. Kendimi öyle bir salmışım ki yokuş aşağı kayarak ilerleyen bir aptal gibiyim ama yine de hiçbir şeyden korkmuyormuş gibi hissediyorum. An gelecek mal gibi kalacağım belki ama yine de hazırlıksız bir biçimde beklemeyi tercih ediyorum.
/Bu da böyle yarım kalsın.

Hareket


 İnsan her zaman düşünerek hareket etmek zorunda değildir. Gel gör ki ben bunu çevremdeki insanlara anlatamıyorum. Anlık olmadıktan sonra hayatın hızına nasıl yetişmeyi düşünüyorsun? Bunu gerçekleştirebilmek için birkaç büyü gücüne ihtiyacın var. Bu kadar zahmete girmektense yapman gereken tek şey anlık olmayı sevmek ama mal gibi düşünmeyi tercih ediyorsun. 
 Ben kendimi bildim bileli anlık bir insan olduğum için kafama ne eserse onu yapıyorum ve genellikle “hadi karşim kalk gidek” dediğim de “haa, hııı, lan şimdi olmaz ki ama niye önceden söylemiyorsun lan” gibi tepkiler alıyorum. Anlaman gereken nokta şu, sen kıçını yapıp evde oturmayı tercih etmesen ve benimle gelsen belki hayatının fırsatını elde edeceksin, belki yaşamın son bulacak hayatını sürdürme derdinden kurtulacaksın ama yine de anlık bir plan olduğu için evde oturmayı tercih ediyorsun. Bu yüzden kaçırdığın belki kaç teklif vardır ama sen bunları göz ardı ettiğin için vicdanında herhangi bir sızlamayı net olarak hissetmiyorsun. Fakat, gün geliyor sevdiğin yahut arzuladığın bir şeyi elden kaçırınca “keşke” ile başlayan cümlelere saldırıyorsun. Kusura bakma arkadaşım, sen hatayı en başta yapıyorsun. 
 Gün gelince kaçırdığın zamanlara ölesiye üzüleceksin. O gün bana gelmeyecek düşüncelerine kapılmaman için sana elle tutulur bir örnek vereyim; gün gelince sen de yaşlanıyorsun ve tepeye ulaştığın bir noktadan arkanda kalanlara bakınca ne kadar çok sözü yarım bıraktığını görüyorsun ve aslında bulunduğun tepeden daha da üst noktalar olduğunu fark edip “keşke” ile başlayan cümlelere atıflar yapıp, sinirle sonlanan krizleri küfürlerle süslüyorsun. 
 Kusura bakma arkadaşım ama sen her şeyi baştan kaybediyorsun.

Kafa Merakı


 Lanet aklımı yazmak için zorladığım da bir bok çıkmaz ama vay efenim bir duşa gireyim yahut bir şarkı melodisine iki üç söz sallayayım dedim mi deli gibi ilham patlaması yaşayayım. Bazen neyin kafasını yaşadığımı çok merak ediyorum. Harbi neyin kafasını yaşıyoruz acaba? Bir samuray ya da bir şövalye neyin kafasını yaşıyordu? Zaman makinesi var olsa büyük ihtimal Kanuni kafasını önce öğrenirdim. 
 Neden mi?
 Adam kaç defa yanına koduğum Viyana Kalesini kuşattı ama alamadı. Ki, adamın ordularından çekinip yolunu açan bir Şarlken gerçeğinin olduğu dönem de en büyük başarısızlığı Viyana’ydı. Bi’ otur, düşün. Acaba nerede hata yapıyorsun? Sen sefere ilkbahar vakti çıkıyorsun da ne diye zamanın gelmeden kış günü oralara gidip kuşatma yapıyorsun. Üstelik koca koca surları yıkacak topları da taşıyamıyorsun sırf bu yüzden. İşte sırf bu yüzden önce Kanuni kafasını keşfederdim. Üstelik adamın babası, hazineyi ne güzel doldurtmuş Doğu seferleri sayesinde adam bunları alıp bir hiç uğruna batırıyor. Bu yüzden devlet angut gibi dış borçlanmalara başlıyor.
 Yeniçeri kafasını da merak ediyorum. Asker de beyin daha iyi olur daha ileri görüşlü olması gerekir ama adamlar ne kadar yenilik varsa karşı çıkıyor, kazıklı voyvodaları geçirip duruyorlar. Ne gereği var? İki kuruş, padişah değişti diye para almak için durmadan adam asmalar yeniliklere karşı çıkmalar… Adeta ergen liselilerden oluşmuş bir birlik gibi hareket ettiler son zamanlarda. Bu yüzden onların kafasını da merak ediyorum.
 Eski çağların adamı olduğumu o kadar net bir biçimde hissediyorum ki sanki 7/24 antikacı dükkanında yaşıyormuşum gibi geliyor. Halbuki, ben teknoloji ile de iyi anlaşan biriyim ama bana bu ateşli silahlar, nükleer bombalar, aşiretler birer şerefsizlik gibi geliyor. Adam kavga ediyor, dayak yiyor hemen gidip tabancaya ya da arkasındaki kişilere sığınıyor. Biraz kalıbının adamı olmak lazım, ben işte bu tip insanların kafasını merak etmiyorum mesela. 

Yarım Kalandan Vol I.


“Haydi abbas, vakit tamam;
Akşam diyordun işte oldu akşam…”
 Cahit Sıtkı Tarancı, adam gibi adamdır. Bu yüzden onun şiirinden bir kesitle yazıya başlamak istedim. Vakit tamam diyecek kaç dosta sahipsin? Sen çağırdığında sana nedenini sormadan gelecek kaç kişi var etrafında? Zaman kötü kolla götü diyorlar ama bu dönemde organize olamadıktan sonra tek başına hiçbir şey yapamıyorsun. Bazen diyorum, oğlum niye katlanamıyorsun insanların yalanlarına? Siktir et, yum gözlerini katıl sen de onların yaşadığı alemde kal. Çünkü; hep bir şekilde kendime bir konum bulup yükseliyorum ama sonunda her şeyin ne kadar angutça hatta yavşakça olduğunu görüp dayanamıyorum, dilime geleni de esirgemeyince geldiğim konumdan aşağıya atlayıp gidiyorum.
 Neyse işte, vakit tamam. Hayatımdaki yüksek basamaklı bir atılımı bitirmeme sadece birkaç ay kaldı. Bu atılım tabi ki YGS ve LYS adı altında yapılan sistemin koyunları ayırt etme sınavlarıyla niteleniyor. Bakalım, nasıl bir senaryo ile devam edeceğim. Hiç emin değilim, içim bir tuhaf. Duygusuzum diye diye ruhsuz biri oldum, çıktım. Neyse ya bu yazıyı burada bitireceğim, düşününce de tuhaf oldum.

Ay ve Güneş


Sana süslü şeyler söylesem; kendimi yansıtacağım ama içten varlığımı bir hiçten sebep tehlikeye atacağım. Evet, kendimden ödün vereceğimi söylüyorum. Birbirimizi kandırmaktansa dürüstçe konuşurken iki kahve yudumlamayı tercih ederdim. Fakat, bu konuşmayı yaparken yanımızda sessizlikten başka kimse de olmayacaktır. Yoksa, bu dürüstlüğün temelini atmak pek’ala zor olacaktır. Öncelikle kendimizi kandırdığımız noktaları birbirimize küfür edercesine söyleyecek sonrasında bir bardak suyu bir dikişte içer gibi birbirimizden özür dileyecektik. Yeri gelince pişmanlıklarımızı elimizde patlayan bombaların açtığı yaralarla dile getirecek ve an’a dönüş yapmak istediğimizde yolda bıraktığımız cam kırıklarına yalın ayak basmak zorunda kalacaktık. 
 Bir başka diyara ışınlarken kendi fikirlerimi senin elinden tutmayı da ihtimal etmeyecek kadar düşünceli olacaktım. Gün geldiğinde bir sabah ansızın evin önünde kahvaltını hazır bekletecektim. Ailenden çekindiğim için içeri giremeyecek kadar utangaç bir insandım, bilirsin. Bu yüzden belki de bir tık atıp kapının önünden fırtına geçmişçesine seni o kahvaltı ile başbaşa bırakacaktım. Seni öpmeden gittiğim için beni arayıp küfür edecektin sonra boynuma sarılamadığın için ağlayacaktın. Fakat, ben senin tam arkanda olacak ve seni bir sonbahar umut dolu esintisi ile dolduracaktım. 
 Fikirler yalnızlaşmaya yüz tuttuğunda aradaki mesafeler kalbimizi bin parçalık puzzle haline getirecekti. Biz hangi parça hangi parçaya uyuyor diye düşünürken birden etraf kararacak ve zamanın içinde bir çölde birbirimizden ayrı düştüğümüzü geç anlayacaktık. Uyandığımda ben Ay’da yürüyen bir astronot sen ise Dünya’nın en çekici küfürbaz kadını olacaktın. Küfürden hazzetmezdim bu yüzden kendini dilin cilasına verecektin, ben de içimdeki karanlığı yüzüme yansıtmak maksadıyla Ay’ın delisi olacaktım. Mezarıma bir meteor taşı çarpacak ve bir iz dahi bırakamayacaktım, sen ise Dünya yok olsa dahi hiç silinmeyecek izlerle hafızalarda yüce bir kabir kazanacaktın. 
 Hikayemiz hiç birleşemeyecek olmamızın saf kanıtı olacaktı ama biz birbirimizin hilelerine kanamayacak kadar saflıktan uzak olacaktık.

Çark


Bugün bir başlangıçtan söz etmek istiyorum, hayata başladığımız kapıyı nerede bulduğumuzdan… Dinlersen belki sonunda bir şeyler eklemek istersin. Hayata atılımı okul ile gerçekleştiriyoruz ve zamanımızın çoğunu yakıp kül eden yer de burası oluyor. Bu sistem için büyük bir kamp alanı ve çoğu kez Türkiye’de yeteri kadar özen gösterilmediğine şahit oluyorsun. Haşere bir çocuksan beni anlıyorsun ve ben oyun için çıldırdığım çağlarda kendimi boynuma tasma takılı olarak okul kapısında bulmuştum. Çoğu kez hastalığımdan dolayı hastanede geçirdiğim zamanlar yetmiyormuş gibi bir de üstümdeki hastane kokusuna okulun karmaşasını ekliyordum.
 Okumak hayatta en önemli nokta ama insanlar bunu nasıl yapacaklarını tam anlamıyla öğrenemedikleri yerlerde üstünkörü değerlerle yetiştiriliyorlar. Okullarda okumayı öğretiyorlar. Evet, sadece okumayı ama okumaktan kastımız birkaç kelimeyi söyleyebilmek olmamalı bunlara yüklenen anlamları ve katabileceğimiz değerleri de öğrenebilmemiz gerekir. Ne yazık ki bu öğretiyi okul içerisinde ya da hayatta edindiğiniz kaynaklar sayesinde belli bir adım doğrultusunda ilerleyerek kendi başına edinmen gerekiyor. Sistem, eksikleri ardına sürükleyerek takmasına neden olan bir etek giyiyor. Eksik gedik kapanmadan bir de Milli Eğitim Bakanlıkları aman çocuklar kaynaşsın maksadıyla onlar için geziler düzenletip farklı etkinlikler sunuyor. Fakat, bunlar bile baştan savma insanların gözetiminde sorumsuzca gerçekleşiyor. Çocuk okulda öğrenmesi gereken doğrular yerine öğrenmemesi gereken yanlışları kulağına takıp eve dönüyor. 
 Okuldan sonra birkaç saati mutlaka hayata ayırmak gerekiyor. Yoksa, kurtlar sofrasına meze olup ne öğrendim diyemeden yutuluyorsunuz. Yani öğrenilenlerle yaşanılanların çoğu zaman bir tutarlı yanı dahi olmayabiliyor. Bakanın teki geliyor; bu sene şunu yapacağız, diyor. Bir başkası yine aynı şekilde gelip kafasındakini ortaya koyuyor ve böylece sistem Nuh’un gemisine dönüyor ne kadar yüklenirsek ve farklılık taşırsak o kadar kar ederiz gibi görünüyor. Fakat, bu büyük yanlışları yıl içerisinde hayatı birkaç saate düğüm ettikleri sınavlarda görüyoruz. Ben de bu sene ikinci kez o düğümle yüzleşmeye mecbur kaldım. Hemen hemen ilkokul dördüncü ve beşinci sınıftan beri dershaneye gidiyorum(sadece altıncı ve dokuzuncu sınıfta gitmedim.) bunu ailem istiyor zaten sistemdeki eksikler nedeniyle gitmeye de bir nevi mecbur oluyorsunuz. Bu yıl ikinci kez YGS ve LYS dalgasına mahkum edildim. Özele gidemez miydin? Evet, gidebilirdim ama oraya harcayacağım parayı cebime atabilme şansım varken bu fırsatı elimden kaçırmayı istemedim. Neticede, hayatı boyunca ağır iş altında çalışmamış biriyim ve kalkıp da ben alacağım paradan feragat etmek zorunda bırakılacaksam okumamın da eğlenceli bir yanı kalmayacaktı. Çünkü; cebimdeki param doğrultusunda eğlenme şansım oluyor. Bu sene kendi kapasitem doğrultusunda ve yine dershaneden aldığım takviye ile bu sınavlara hazırlandım. Günü geldi ve ilk aşamayla karşı karşıya kaldım. Gel gelelim şansım bana küsmüş olacak ki ÖSYM’nin yolladığı milyonlarca saatten bozuk olanı bizim sınıfta karşıma çıkardı. Sınava da zille değil de ilk defa saate göre başlanıldı. Bizim saat sözde düzeltildi ve saatimiz 10’u gösterdiğinde sınava başladık. Kısaca aradaki kısmı da söyleyeyim; müdür içeri geldiğinde ona saatten söz edildi ve ayarlayın başlayın deyip saate bakma gereği duymadan çekip gitti. Ben şanslıyım ki 160 soruyu çözme süremi en son 110 dakikaya kadar indirmiştim. Matematikten son 20 sorum kaldığında henüz 60 dakikam vardı ama ben ancak bunun 20 dakikasını kullanabildim ve havalı müdürümüz gelip 12.15’te bize ne yaptığımızı sordu ve sınavın bittiğini söyledi. Gözetmenler açıklama yaptılar ve müdür sadece 15 dakika verdiğini söyleyip sınıftan çıkıp gitti. Gerisi zaten öğrencilerin kendine hakim olamaması ve bağırış çağırışlarla geçti. Ben şanslıyım ki o anda bir şey yapmadım, sınavımı bitirip aşağıya indim sonrasında müdürün odasına çıktığımızda bize cakasını yüksek ses tonuyla konuşarak sattı ve bize işin ucunu bırakın biz onlara 25 dakika ekledik dedi. Sanki, ben o sınavda değilmişim gibi böyle konuşması canımı sıktı, gerisi bağırış çağırış…
 İşte sistem eteğine takılmış olan bu kadar açık ve yanlışlık varken büyümeye devam ediyor, bu yıl ben de böyle bir olayla kurban ediliyorum ama içim rahat. Çünkü, sistem çalışmayı gerektiriyor ve ben bir nebze de olsa çalıştım. Artık ailem bana “çalış” dediğinde dinlememezlik edemiyorum. Çünkü; o günden beri her gece yatmadan aklıma ya ben hızlı çözemeseydim sorusu geliyor. Sınıfımda olan diğer kişileri düşünüyorum ve üzülüyorum. Sistemin başındaki kuklacılardan ne zaman kurtulunur bilinmez ama kurtulmak için bir şey yapmak gerek bu yüzden öngörülü olmanı ve okumayı öğrenmeni rica ediyorum. O gün Türkçe sorularını ortalama 50 dakikada çözmüşler ama ben 30 dakikada bitirdim.(Evet, boş yok Türkçede) Bunu okumayı biliyor olmam sayesinde kazandım ve sana “çalış” diyen aileni de gözardı etmemeni öneririm. Fakat, oturup sistemi kabullenmeni söylediğimi de düşünmeni istiyorum. Kurban olmamak için, kasapla arkadaş kalmayı öğreneceksin.