17 Aralık 2011 Cumartesi

Başlıksız Seramoni


 -Ateş güzel yanıyor, yanıma yanaş. Bir şeyler anlatacağım, bu gece bir süreliğine ev bana ait bulunuyor. Stokladığım antep fıstıklı çikolataları çıkarma günüdür, bugün.
 Başa alayım bir şeyi karşim. Ateş yanmıyor, dokunmatik lambamın loş ışığını övmek istedim. Neyse, ne diyordum? Geceleri fazla düşünüyorum. Gereksiz yere çok kafamı yoruyorum. İnsan evlatcıklarına fazla takılıyorum, uyanıkken ama özellikle uyanıkken çok fazla rüya görüyorum. Psikolojik tanımı illa ki vardır ama ben böyle abidik kubidik şeyleri dile getirmeyeceğim. Alt paragraftan devam edeyim, ben en temizi öyle olacak…
 Sokakta yürümeye başlayınca aklıma geliyor, gülüyorum. Aklıma çok şey gelir, kendi kendimi güldürürüm öyle ama deli falan olduğum yoktur. Kafamdan geçen tren şu; geçenlerde yine bir insana değer veriyorum, gramaj hesabıyla tarttılar, ibre patladı. Ben bu geçen şeye öküz gibi baktım, yapmam gerekeni yaptım sonra da kendi kendime sırıttım. Sırıtma sebebim, yaşamın sevgiye elverişsiz koşulunu alenen görebiliyor olmamdı. Son birkaç yılda sanki tüm İstanbul nüfusuyla arkadaş olup bir anda hepsinden kazık yedim ve yalnız kaldım gibi geliyor. Ben buna aldırıyor muyum? Aldırıyorum, fakat huyum kurusun kıyamet kopmadıkça kimse üzgün olduğumu anlayamaz. İnsan böyle olmalı zaten içi dışı bir olacak lafları biraz peri masalı klasiği olarak kalıyor. İçi dışı bir olsa herkesin, kasvetli insanları toplama kamplarına alıp öldürmek gerekir.
 Dün gece yazmıştım. O beni sevmiyor veyahut oluru yok diye kalkıp da onun mutluluğunu gölgeye düşürecek bir beddua edecek değilim. Sen de etmemelisin. Bırak, yıldızlar olduğu yerde kalsın. Gece olunca, elbet gözüne çarpan bir tanesine dilediğin gibi bakarsın. Ve şayet varsa birazcık bile şansın, o yıldızlardan biri miladını doldurup gökyüzüne kayarken pencerenin açık olmasını dilersin. Böylece bir sönmüş dahi olsa bir yıldızın kalbinde yer edersin. Fakat, sana şunu söylemeliyim ki eğer senin için oluru yoksa sen sana yapılanı yapma. Bırak, karşındaki serbest kalsın ağır da olsa vicdan azabı da çektirse def et onu hayatından böylece o da bir yıldıza kavuşabilmek umuduyla penceresinde kalır.

Başlıksız Seramoni


 Onlar nasıl mı geliyor? Bir gece, bir plan dahilinde stratejik unsur haline geliyorlar. Şafak söksün diye uğurlarına beklenilen bir yücelmeye tabi oluyorlar. Bir havan mermisi tam dibine düşüyor. Kulakların o meşhur melodiyi dinlerken, sen kendine geliyorsun. Beklediğin şey ise yanıbaşında darmadağın bir hal alıyor. Sen yüzündeki kemiksi halin yıllardan tırtıkladığı tecrübeli görünümünle bir nefes alıp toparlanıyorsun. Yanındakini umursamaya vaktin yok. Aklından geçirmen bile kulağını vızıltılarıyla dolduran o mermilerden birkaçını sahiplenmene yeterli olacakken bunu düşünemezsin. Hem zaten, olanla ölene, ölmüşle olmuşa çare yok diyorlar. Evrensel bir tecrübe ile sabitlik taşıyor, bu durum. 
 Bir cephe kapanırken, başka bir cephe açılıyor. Hayat işte tam olarak olmasa bile buna benziyor. O gidiyor, kendi yolunu çiziyor. Sen oturup gittiği noktalara domino taşlarını tek tek diziyorsun. Huy bu. Çoğu ilişkide bir taraftan hangisi daha çok sevmişse o bırakmak istemez yahut nasıl bir terslik olmuşsa artık bir tarafın içine illa ki işler bir şeyler, hani en rahat tabiriyle birinden birine bir şey koyar işte. Burada mesele kardeeeş, kimin kime ne koyduğu değildir. Çoğu zaman ütülmüş taraftır, güçlü olan. Şeref yoksunu olmayan da yine o taraftır. Domino diyordum, domino taşlarını dizersin, tek bir dokunuşla tuz buz olacağını bile bile dizersin ve hatta sen bir dokunursun ve onlar bin düşer. O giderken seyrettiğin gibi bunu da izlersin, sanki o taşlar gidenle birmiş gibi.

Başlıksız Seramoni


 Dünya üzerinde yapılan en büyük yanlış, duygular ağır basıyorken düşünmektir. Elbette fevri davranmamak da gerekiyor. Bir konu üzerine fikir yürütmek gerekir ama uzun uzadıya düşünmek gereksiz bence. Bir şey olacaksa olur, olmayacaksa olmaz. Olacaksa, uzatmaya gerek yok hem nasılsa denemekten zarar gelmez. Olmayacaksa da şayet ruhları öldürmenin bir anlamı yok, zaman kaybı yaratmak da şart değil. Herkes birbirine arkasını dönüp rahatça gidebilir, nasılsa insan evladıyız.
 Biri bir şeyin içine çekilmek istiyorsa yeter ki hevesli olsun. Ayakları ve kalbi nasılsa yapması gerekeni biliyordur. Fakat, atacağı adımlarla canının yanmasını istemiyorsa herkese açık olmalı ve pişmanlıklara kapalı olmalıdır. Mesela, sen bir aleve yürüyecek isen yanmanın anlamını unutmalısın. Böylece, çekeceğin acılar yeni doğmuş bebek misali olacak ve etkisi çok sürmeyecektir.

Başlıksız Seramoni


 Şimdi ben Dünya’ya karşı duran birini oynuyorum. İnsanlar yanıbaşımdan kayboluyorlar. Kimisi benden korkuyor, kimisi beni düşman görüyor, kimisi benim deli olduğumu düşünüyor. Fikirlerinde yeşeren mülteci gözlemcilerden farksızım aslında fakat bunu o bilmiyor. Tiz bir çığlıkla gelen acı kadar berrak bir şekilde kendimi ifade edebiliyordum. Fakat, Mevlana’nın da söylediği gibi ya da benim Mevlana söyledi diye hatırladığım söz gibi “Anlattıkların karşındakinin anlayabilecekleri sınırlıdır.” bu tarz bir sözdü. Onun anladığı kadarıyla sınırlıydı, benim dünyam. 
 Küçük giysi dolabımda barınan onca giysi gibi o hislerin buraya nasıl sığdığını asla anlamayacaktı. Ben de oturup olayı en başından anlatmayacaktım. İnsan, bedeninde bir ölümsüz olmak pek’ala zor ve ben insan olduğumdan bile şüphe ediyorum. Bir şeyden eminim ki katil olmak ya da insanları terk etmek için yaratılmışım. Boğazın tam ortasına atıp boğulmalarını izlediğim insanlar var. Acımasızlık zamanla oturan bir alışkanlık, ben de iyi bir insandım elbet. Var olan korkuları yıkmanı sağlayacaksa, bunların bir çoğu lafta kalan düşüncelerdir. Fakat, kafamdaki katilin var olduğu da bir gerçektir.

5 Aralık 2011 Pazartesi

İstanbul Gibi

Yedi yük binmiş omzuna bakınıyorsun.
Sahil hatların alabildiğine açılmış etrafa
İnsanlara bakınıp kendine baktırıyorsun.
Bir parçamı taşıyorsun, İstanbul gibi…

Zihninin ara sokaklarından geçiyorum.
Eskiciler geçit töreni düzenliyor, sana
Boynuna bakarken, boğazı hatırlıyorum.
Nostalji yaşıyorsun, İstanbul gibi…

Sonbahar üstünde pek’ala hoş duruyor.
Eski bir mahalle var buralarda, senden kalma
İsmi eskiyle kokarken seni hatırlatıyor.
Söndürülmüş bir hayalsin, İstanbul gibi…

29 Kasım 2011 Salı

Siyah Yonca

Dört yapraklı siyah Yonca
Büyüdü düşlerin kucağında,
Gerçek eğilip dokundukça,
Karanlığa yüz büktü Yonca,
Hayalleri uzaklaştıkça büyüdü.
Dışı küçük, içi kara bir Yonca
Toprak bastı bağrına,
Rüzgar kızardı, yanağında
Sen de Dünya’ya esirsin.
Dilsiz, küçük Yonca… 

Bırak Kalsın


 Geceleri kafanızı yankılandıran sorulara yanıt aramanın çok boş olduğunu her seferinde düşünüyorum. Fakat, ne komiktir ki her soruya yanıt aramaktan asla vazgeçmiyorum. 
 Yalnız başınıza bir odanın içerisinde loş ışık altında bir masa ve üzerinde hali hazırda duran dirseklerinizle sessizce kalıyorsunuz. Benim gibi kağıt kalemle kardeşseniz, karşınızda boş veya dolu bir defter yaprağı ya da A4 kağıt eksik olmuyor.(Arka fonda çalan Fransızca parçalar beni mayıştırmaya başladı.) Nitekim çoğu gece bir ilham dalgası içimde sellere sebep olurken ben yazmamak için hep direndim.(Nedendir bilmem yazınca sevmediğim şeyler değer kazanıyormuş gibi geliyor.) Aslında, biliyorum ki gece düşünmemiz gereken boktan özlemlere ve eski insanlarla var olan eski ortamlara gebe. Çünkü; şüphesiz çoğu insan evladının geçmişte sığınabileceği rengarenk bir mahzeni vardır.(Akordiyon ezgileri burada iyice beni benden almaya başladı.)
 Geceleri beliren zehirli düşünceler, hayalimdeki kurtadam ve vampirlerden daha gerçekçiler...

 Hemen her gece beynimde yayınlanan programa konuk olacak bir canlı hep hali hazırda bulunuyor. Nedendir bilmem, düşünmek ve konuşmak bende hiç sona ermeyecek bir bağımlılık gibi kendini belli ediyor.

 Gece yine yoksul fikirlere ve gerçeğin ötesine kurulu hayallere gebe. Uyumam gerek, uyuman gerek, uyursak bu acı birkaç saatliğine reklam arası verecek...

17 Ekim 2011 Pazartesi

Paltonun Getirdiği





 Sokağa indim. Üzerimde kısa kollu bir t-shirt, altımdaysa uyurken giydiğim alelade bir eşofman altı var. Hava soğuk diyorlar, ben de bunu hissediyorum. Fakat, üşümüyorum. Kafanda onca soru varken, üşümeyi ne kadar önemsersin ki? Oysa, sorunları çözümlemek için yaşamaya devam etmelisin. "Sherlock must go on" (bunun böyle olmadığını ben de biliyorum.) 


 Telefonla arkadaşımı aradım, sağlık raporu almaya gidecektim. Belki, o da benimle gelir, sonra da kulaklık bakmak için bir mağazaya giderdik. Fakat, arkadaşım başka bir yere gitmişti, sorun değil. Ben de dükkana gittim. Dükkan komple cam olduğu için insanları izlemekten başka yapabileceğiniz pek de bir şey yoktu.(Laptop'a geçip benim gibi yazı yazmak veya müzik dinlemek dışında.) Koca koca adamlar paltolarını sırtlamışlar. Kış böyle mi gösteriyor kendini? Oysa ki kadınlar ince giymeye devam ediyor. Belki de o kadar çok hastalıklı bedenle karşılaşıyordu ki insanlar kalın giysiler onları boğuyormuş gibi geliyordu. Sanırım, insanlar yaşamayı sevmiyor, kimse sağlığını önemsemiyor.(Hastalık hastası olan evhamlı insanlar dışında.) Kış bizi eve itiyor. Fakat, bu ayın sonbahar olması gerekmiyor muydu? Benim ayım.(Kasım doğumlu ve Karadeniz'li bir insan olmam nedeniyle Sonbahar'ın benim için var olduğunu düşünürüm.) Acı gerçeği, kalın paltolar yüzümüze vuruyordu. Kış geliyor, yalnızlık büyük bir salgın gibi kendini daha da belli ediyordu. Kış ayı geldiğinde sokakta ya ateşli çiftler ya da buz gibi kalbe sahip yalnız kişiler belirecekti.


 Düşünüyordum, camdan dışarıya bakıyor ve düşünüyordum. Birden fazlasını görünce düşüncelerin kabus olabileceğini fark ettim. Bir paltonun getirdiğini buralara karalamak istedim.

10 Ekim 2011 Pazartesi

Büyü, Yaşa ve Öl


Büyü, yaşa ve öl. Yeri geldiğinde yerin altında özüne dön. 
 Hayatın kısa ve net tanımı budur. Mahşerin dört atlısı; insanlar, zaman, azrail ve sen. Günleri resmetmeye harcadığın her süre geleceğinden pay edilip masaya konulmaktadır. Ava giderken, avlanan sonra postuyla sarıp sarmalanan insan yine sensindir.Anlamıyorsun, ilk önce anlamıyorsun. Seni nasıl kullandıklarını fark etmiyorsun. İnsanlar damarlarına kamış batırırken sen uyuyor ve rüya görüyorsun. 
 Bazen ama bazen emiciler canını yakıyor, uyanıyorsun yanan bölgeyi yer yer ovalayıp yer yer kaşıyorsun. Tekrar uykuya dalmak için yatağına uzanıyorsun. Halbuki o bir yatak değil, deney laboratuvarında bir fanus ve seni burada inceliyorlar. Gücünün farkına varman gereken noktada bir ağmadan farksız oluyorsun. Tanrı’nın sana sağladığı olanağı elinin tersiyle itiyorsun. Kafanda ritim tutan birkaç gölge var. Bunları ciddiye almaya başlarsan, hayatın bir sapaktan içeri giriyor ve bir an olsun rahatlamaya başlıyorsun. Kendini gerekli biri gibi hissediyorsun. Gerekli ve yeri hiç bozulmayacak biri gibi hissediyorsun. Görmek için eline bir büyüteç gerekiyor veyahut o noktaya eğilip bakman gerekiyor. Kısacası yerini boş bırakman için binlerce sebep seni sarıp sarmalıyor.
 Büyü, yaşa ve öl.
Her sanatçı sırası geldiğinde sahneyi almak üzere yöneliyor, sahnedeki bir başka beden ise geri dönüş yapmak için bedenini bırakıyor. Büyü, yaşa ve öl.
 Bir şeylere anlam yüklemek için vakit harcamayacaksın. Bir şey için de vakit harcamayacaksın, ileriye doğru hızlanırken geriyi kontrol etmen gerektiğinde arkanın boş olmaması için…

Muhakeme


Sigaradan aldığın her nefes için ciğerlerine bir veda ve özür mektubu yazmalısın. Ciğerlerini lekemeni sağlayan düşüncelerin başrolünde yer alan kişilere ise kan kusmalısın. Aslında, temel sorun; sensin. Her kapı senin içinde barınan ve elinin altında bulunan iradeye bakıyor.
 Bir güne başlıyorsun, yanında patlayıcılarla geziyorsun ve patlayıcıların fitilleri de yerde sürükleniyor. Biri, o fitilleri görüyor ve bunu ateşe veriyor. Sen ateşin üstüne su dökmek yerine özenle sarılmış ve içi zehir dolu bir bombayı ağzına götürüyorsun. Bazı vakitler, kendi kendini yakıyorsun. Bundan zevk alabilmek içinde ortamı özenle seçiyorsun. Bazen düşünde var olan bir ortama geçiyorsun, bazen öylece ayakta duruyor ve plak’a bakıp takılı kalıyorsun. Oysa, hayatın baktıkların kadar küçük değil ya da konuşulduğu kadar abartılı değil. Bunu görmeyi tercih etmiyorsun, çoğu zaman aklındakini odaklanma yolunda, bir mülteci sürüsüne katılıyorsun. Sorunların karşısında savaşmak yerine çoğu zaman gitmeyi tercih ediyorsun. Herkes gibi oluyorsun. Dudaklarına zehri sürdüğün vakit, tamamen herkesleşiyorsun, öğle saatinda kalabalık bir meydanda var olan gölgelerden farksız bir hal alıyorsun. İnsanlar, delikleri seviyorlar. Sen ateşe verdiğin halkaları bedenine batırıyor ve kendi deliklerini yaratıyorsun.
 Seçimler, bize iki türlü şey sunar. Mutluluk yolunda gülücükler, pişmanlık yolunda yüz kızarıklıkları ve karaltılar. Mutluluk basittir. Ne kadar çok kahkaha duyarsan gülme süren o kadar çok uzar. Mutlu olduğun için farkında olmazsın, şükretmeyi unutursun. Şükürsüzlük baş gösterince pişmanlık yoluna düşüp, çorak vadilerde paranoyaklığa hapsolursun. Nasıl olur ki bu? Şöyle, mutluluklar uçucudur, ama pişmanlıklar katlanarak çoğalır. Pişmanlığı unutmazsın, seni o yola iten şeylerden şüphe duymaya başlarsın. Aynı sahneyi gördüğün zaman, perdeyi yırtmak istersin. İnsanlardan kötülük bekleyişi içine de düşebilirsin. Kendine zarar vermekten de korkarsın. Her şeyi düzeltmek istediğinde ise af dilenmesi gereken bir sokak dolusu şey ile karşılaşırsın. Hayatta ölüm hariç, her şeyin telafisi vardır. Fakat, herkes çabalamak için gereken sabra sahip değildir. 
 Eğer dumanlar arasında, bir mahkumsan ciğerlerinden özür dileyerek işe başlamalısın. Sana ateşi tutturacak sebepleri ve tutturan yüzleri hatırlamalısın. Var olan şeylerin üstüne yama yapmaktansa, çalışıp sıfırını almak için uğraşmalısın. Değişime direnmekten vazgeçmelisin.

7 Ekim 2011 Cuma

İster Misin?

Bi’kaç hece fısıldar mısın kulağıma?
Seni öylece kapının eşiğinde izlesem,
Yahut, güler misin ki bakıp bana?
Yalnızken, iki bardak çay demlesem,
Davetsiz, çıkıp gelir misin soframa?
Çanlar seni çalarken, seslensem,
Görür müsün acizliğimi kağıtlarımda?
Benimle uyandığını hayal etsem,
Düşer mi mahcubiyet kucağıma?
Benim olmayan bir hayat istesem,
Bakar mı Tanrı kırık dökük kapıma?
Yürümek için seni almaya gelsem,
İzler misin attığım voltayı kapında?
Başım dönse ve öfkemi tükürsem,
Korkar mısın içimdeki şeytandan? 

İnce İnce


Ben buraya bir şeyler aksettirmek için gelmiştim. Bunu tam olarak bir saat önce yapmak istiyordum. Fakat, hafızamı bir türlü yazmaya ikna edemedim. Gel zaman git zaman biraz diyalog kurdum. İnsanlarla konuştum. Zaten vaktim kısıtlı, malum sınava tekrar hazırlanıyorum. Bu yüzden kısıtlı bir süre için bilgisayara erişebildim. Hayat bir yağmur damlasının kabarcıklanması gibi hızlı sürüp gidiyor. 
 Bugün yağmur damlalarının neden kabarcık halini aldığını inceledik. Yağmur, neden gelmiyor ki? Bir dökse, tüm bulutlar pençelerini çekecek üstümüzden ve düşünceler lağım kanallarına doğru sür’atli bir hücum gerçekleştireceklerdi. Zihnin ne kadar ferah olacaktı? Bir düşün. Düşündüğünü, hissediyorum. İnsan düşünürken, duyduğu seslerden kolayca etkilenebiliyor. Mesela, ben şuan bu yazıyı buraya aktarırken Yann Tiersen dinliyorum, uzun zaman sonra tekrar dinleyebilmek çok iyi geldi. Gökyüzü kendini bırakıp üzerine öylece salsa kendini, yağmur olup, rüzgar ile tenine karışsa belki hissettiklerime bir an için erişecektin. İnce ince doluyor, gözlerim ve kapanıyor kepenkler gece geldikçe tüm esnaf gölgelerde kayboluyor. Su bir yerlere tutundukça, kendi arasında gruplaşıyordu. Toplumun bu yüzyılda yaşamak için yapması gerekeni en basit şekilde vurguluyordu. İnce ince bir yalan ortaya çıkıyor ve doğruyu gizliyordu. Yalanın olduğu yerde gerçekler, paspas altı edilmiştir. Göz ardı ettiklerin ile ilgili bir şey söylemek istemiyorum. Fakat, paspas altı ettiklerin her zaman yanıbaşında olduğu için biraz olsun, kelimelerimi değerlendirebilirsin. Belki, mantıklı olanı yapıp yağmuru sen getirirsin. Belki, gerçeğe zırhını geri verip, yalanı talan ettirirsin. Ve belki o zaman bedenini saran ince kumaş parçalarının üzerinden düşmesine aldırmayıp beni de kendine benzetirsin.
 Tanrı, ince ince işliyordu. Zamanın tanelerini, bir bilardo masasına yıkıyor. İnce görüş gerektiren, hassas noktalara dokunuyordu. Hassas noktaların ortasında yer alan dev çark ise insanlar oluyordu. Zaman, Tanrı’nın emrinde ince ince esiyordu.

Karamel


Kanadını yüzüme süren bir kuş vardı. Pençelerini görmüştüm, korku içimi öyle bir kaplamıştı ki küçük ellerimde zorla tuttuğum kuştan sebep bayılacaktım. Bu kuşun bana gelişi, boş dükkanımızda güvercin beslememi öneren arkadaşımla olmuştu. Bu söylediğim olay da benim hayranlıkla aldığım beyaz güvercinle geçiyordu. Elbette size bu olayı yukarıda yazdığımdan daha fazla şekilde açıklamayacağım. Başka bir şeyi dile getireceğim ve bunu yaparken de işe biraz kurgu katmaya çalışacağım.
 Bu kuş benden kaçmayı kendine görev edinmişti. Fakat, ne zaman elime alsam rahat durmaya başladı. Kuş o kadar masumdu ki, onu zorla geçirdiğimiz bu esir hayatından utanıyordum. Kuşla gel zaman git zaman bir bağ oluşturdum. Korkumu sadece onunla yeniyordum. Fakat, başka bir kuşa tutmak istediğim vakit, cesaretim paltosunu alıp çıkıyordu. Ben özellikle onun yemini ve suyunu eksik etmemek için uğraşıyordum. Sabah erken saatlerde, dükkana giriyor. Gece ise mümkün olduğunca onunla ilgilenmeye devam ediyordum. Kuş zamanla birkaç hareketi kapmaya başlamış ve oyuncu bir kuş olmaya başlamıştı. Hızlı öğreniyordu. Elimizdeki diğer kuşlardan daha hızlı öğreniyordu. Bu hızın verdiği şevkle onu dışarıda da değerlendirmek istedi, arkadaşım. Bir gün benden önce dükkana geldi ve onu alıp dışarıya çıkardı. Ben o gün biraz geç kalktım. Geldiğim de benim üzüleceğimi gayet iyi bildiği için bir süre açıklama yapamadı. Ağzını her açtığında birkaç şey geveleyip duruyordu ve ben bunlara aldırmıyordum. Küçük bir çocuktum, o zamanlar onun gidişiyle bir süre çok üzüldüm. Aklıma gelen ilk şey onun kanatlarına karamel sürebilmek olmuştu. Keşke, kanatlarına karamel sürseydim. Ne kadar anlamlıydı? Karamel. Acı ve tatlı. Onunla tanışmam, acı olmuştu. Fakat, sonra bu acıdan ağzı sulandırır, bir tat doğmuştu. Belki, kanatlarına bunu sürseydim. Beni çok iyi anlardı. Fakat, o zamanda hızlı bir şekilde öğrenmek yerine ölme eğilimine girmez miydi? Eminim, girerdi. Ama, ona bir tutam karamel tattırmak isterdim. O zamandan bu zamana hala bu tadın hayatımda ettiği yeri bir an için anlayabilirdi, belki. Bir kuşa o kadar çok umut bağlamıştım ki, gittiğinde fantastik dünyam yerle yeksan edilmişti. 
 O gittikten sonra üzüntüyle düşündüğüm iki şey olmuştu; ya sokakta onu bir kedi yerse? Keşke kanatlarına biraz karamel sürüp dondurabilseydim, o zamanda bana acı tatlı bir anı sunabilir miydi? Çocuk aklımda, bu sorularla öylece kalakalmıştım. Bana kalan bir başka şey ise bir süre için de olsa döneceğini umut ederek pencereden dışarıyı kontrol etmek veyahut her gün erkenden dükkana inip kapıda beni bekliyor, olabileceğini düşünmekti. Çocukken karameli sadece tadıyla, daha bi’ güzeldi.

1 Ekim 2011 Cumartesi

İronik Hal


İnsanlara karşı hiçbir şey hissetmiyorum!
 Bak, bunu ciddi anlamda söylüyorum. Çocuk değilim, değilsin. O kadar çok boktan durumlar, sebepsiz bitişler, iniş - çıkışlar, kazık atışlar yaşadım ki insanlardan tiksiniyorum ve onların hiçbir haliyle ilgili hiçbir şey hissetmiyorum. İçimde aşka dair de pek bir şey kalmadı. Uçsuz bucaksız, boş bir denizde seyir halinde olan kaptandan farksızım. Öldükten sonra arkamdan ağıtlar yakılmayacak, yakılsa dahi bunlar zerre umurumda olmayacaktır. Ben o sırada cehennemde aralarına katılmamın şerefine verilen barbekü partisine adım atıyor, olacaktım. 
 Ulan o kadar çaresiz ki, kaçış yerimiz sanal soyut mekanlar olmuş. Bunca insan, oturup buralara bir haltlar yazıp, bir şeyler çiziktirip atıyor, eleştiriler yapıp, ilişkilerine kafa patlatıyor. Sanal ortamda bu tip yerler olmasa, insanlar daha fazla beden tanıyarak zihinlerindeki anı sandığını yoracaktı. Düşünsene, herkes sokakta ve sıkıldıkça yeni birilerini tanımaya çalışıyorsun, yeni birileriyle denemeye çalışıyorsun. O da olmuyor, dostlarından sıkılıp yeni dostlar ediniyorsun. Ki, yeni dostlar edinmek gibi bir kavram çabuk oluşamaz, bu yıllar alır. Çok büyük bir sınava girmekten asla korkmuyorsan, bunu rahatça denersin, yeni dostlar edinme çabası peşinde hayatını hiç uğruna harcarsın.
 Ne diyordum? İnsanlardan nefret ediyorum, içimde zerre duygu kırıntısı kalmadı. Kalkıp, yine ağlarım, yine üzülürüm, yine sinirlenirim, ama hepsi boşadır ve ben bunun farkındayımdır. İşte, acı nokta burası oluyor. Tüm bu olup bitenlerin etrafında onca şeyi yaşayıp bir tecrübe tahtasına dönmüşsünüzdür, ama buna rağmen insanlar sizi kandırdıklarını düşünürler, bu da olayın en boktan ve acı olan tarafıdır. Kısacası, bana yalan söylediğini biliyorum. 
 Lafı uzatmak istemiyorum, bu da bir hayatın draması…

30 Eylül 2011 Cuma

Sonuçsuz


Konvoy ilerler, dağ ve taş ardında uçsuzlaşırdı,
Sıcaklığı peşim sıra ardımdan beni kovalardı,
Gözlerini andığımda beynim yerinden kaçardı,
Sesi kulağıma asılı çanları yerinden oynatırdı.


Ne işim var bu lanet yerde? Tek sahip, nakit,
Hayatı kazanmak gereken en önemli şey vakit,
Vakti öldüren yegane şey ise aşktı.
Aşkın yerine giyilecek yeni giysilere sahip kalp...


Bu yüzden ilerledikçe konvoy, bakmıyordum ardıma,
Ardım önüme düşmüştü, Azrail eşlik ediyor yanıma,
Tercihlerde var olmayan seçeneklerin eseri olmuştum,
Bir gökdelene götürüyorlardı, kastları yoktu hayatıma...


Ne işim var bu lanet konvoyda? Hava karanlık,
Onu görebilmek umuduyla tüm pencereler aralık,
Başka bir şehrin sokaklarını aranmam hataydı.
Sesi belki bulurdu, belki olmamalıydı, ayrılık


Ne işim var bu lanet rüyada? Uyanmam gerek,
Sokağı izleyebilmek için uyanmam gerek,
Ona benzeyenleri bir kenara ayırmalıydım.
Gelmesi için bir hayale dalıp uyanmam gerek...

29 Eylül 2011 Perşembe

Arsız

 Bazı şeyleri alırken iade etme korkusu olmasa, dünya bence sefil bir hal alırdı. Ki, insanlar zaten bu duyguyu unutmaya başladı, başlayalı yüzsüzlük bedenlere salgın oldu. İade, başkasının sevgisini alıyorsun ve ona geri veriyorsun. Bazıları eksik vermeyi seviyor, bazıları fazlasıyla verip karşısındakini şımartıyor. Şımarmaktan utananlar kısa süreli bir naz yapar, şımarmayı sevenler ise uzun süreli egoizme doyar.

 Egoistlik içimizde nasıl yer bulur? Ben bunu düşünüp bazen sinirleniyorum. Egoistlik, acizliktir. Sen olmayan yönlerini övüp, olan ezikliğini derine gömmek için uğraşıyorsun. Bu çok gereksiz, harcanılan vakte yazık. Bir de tezat şu ki, egosunun ezikliklerini gizleyebilen çok azdır. Eziklikleri ön plana çıkan arkadaşlar gelen geçenden laf yerler, sonra gitgide yüzsüzleşirler. Bu da çok acı bir hal. Bu tür insanlarla buluşmak gibi hatalara düşünce, içilecek en güzel şey; acı kahvedir. Suratınızı ekşittiğiniz zaman onların acizliğinden tiksindiğinizi anlamazlar, kahve sizi gizler. 

 Bu tür insanları bir kahve telvesinde boğmak, yapılabilecek en güzel şey...

Elleri


 O kadını tasvir etmeyi bitirince yarım kalan yemeğimi de bitireceğim. Soğuyabilir, umurumda değil, ona ulaştığımda nefesi yeterince sıcak olacaktır. Kesin konuşmamın sebebi, hatırladıklarım ve aklıma gelenlerdi. Sahi, ya ben düşünmeyi keseli iki aya yakın olmuştu. Düşünmeyi kesmekten söz ettiğim, geveş aşkları hayal etmekti. Ben vazgeçtim, umursamaz bir eros sıfatıyla okumu takacağım, fahişelere bakınıp vazgeçiyorum. Sözleri, eritip kalıplara döküyorum, nazar duası kadar önemli onlar benim için bir de o elleri…
 Bir bedene dokunduğunuzda eğer ki ellere ulaştıysanız, asla unutmayacak olduğunuz yegane organdır. Nereden biliyorsun? Sen kaç kez dokundun? Belki bunları sorarsınız, ben cevap vereyim. Bilmiyorum, hiç dokunmadım. Arada hep bir şeffaf cam oldu, cesaretim esir düştü, kıpırdayamadım. Ben dokunmaya cesaret edemiyorum, en basit örnek uzağa gönderdiğim bir şahsın sevgilisinin yanıbaşımda ağlaması ve benim ona sarılmaktan alenen korkmam idi. Topraktan gelmiştik, toprağa gidecektik. Toprağı şekillendirenler hor gördüğümüz “eller”di. En büyük aracı, öyle hor kullanıyorduk ki sanki bir kasko şirketi verilen tüm zararı karşılayacaktı. Fazla hatalı ve arsızdık. Dokunuşları, gereksiz yerlerde harcıyorduk. Gün gelecek ve eller bizden hesap soracaktı. O gün kıyamet gününde tek bir şey için dile gelmeyecekti, uzuvlar. Gereksiz yere boca ettiğin onca kıymetli anın hesabını da soracaklardı.
 Her şey hoş bir semada son buluyordu, ama ben hala unutamıyordum, o narin elleri…

Rüya Şehirler ve Kabus Sokakları



 Kentime hoşgeldin, küçük...
 Duvarına astığın o posterlerden farklı öyle değil mi? Hayalini kurduğun yıldızlar, sanayi dumanlarından ve şehrin lambalarından dolayı görülmüyor. Burada küçük bir eve sığdığın andan itibaren, şehir sana dar, ev ise bir malikane gibi gelir. Can sıkıcı olan şeyler var, elbette olacak. Mesela, evinde bulunan aynaya bakmaktan korkacaksın. Fakat, yansımanı gördüğün, ilk mağaza camının önünde kendini bulacaksın. Rüya şehirlerin ve şehirlerimiz, genellikle süper güç olan bir ülkenin rengarenk başkentidir. Aslında, başkentler hiç bir zaman rengarenk olamazlar, onlar bulanık ve dumanlıdır. Biliyor musun? Bazen hayal kurmaktan kaçınman gerek, geç oldu, ama bunu da öğrendin. Belki, burada olmayacaktın, küçük.
 Rüya Şehirlerin, bolca Kabus Sokakları vardır. Bu Elm Street gibi değil, daha gerçekçi ve can acıtan türdendir. Sokaklar, her şeyi içine çeker. Adım atmanla, gölgenin esir düşmesi bir olurdu. Bedenini tırmalayacak çok fazla, boş bakışlı vardı. Acı çekmen kimsenin umurunda olmazdı. Burası, Rüya Şehirlerin, şımarık çocuklarının barındığı yerlerdi. Kimse, sana adaleti bir emzik misali vermezdi. Seni içine alabilecek türden, sıcak tenli ve soğuk düşlü insanlar vardı. Emeçleri dokunduğunda, soluk borusunda kesintiler hissederdin. Denizden uzak karanlık sokaklardan daha kötü bir şey yoktur. Bu yerlerde, tek sığınak gökyüzüdür. 
 Beni cezbeden yerler, denizin dibinde korku dolu gazete manşetlerine nazır sokaklardı. Bu tür yerlerde, ünlenmek benim için sanki değer gibi geliyordu. Deniz, beni fazla cezbediyordu. Hem karanlık denizden uzak sokaklardan daha avantajlı sığınaklar vardı. Limanlar ve mehtap...
 Küçük, sözlerimi biraz oturup tart. Ne demek istediğimi anlayacaksın, ama belki akıllanmayacaksın. Çünkü; rüya şehirler ve kabus sokaklarında senin ayılmaman için çalışan, gölgeler bulunur. Senin psikolojinden beslenerek şehir büyürdü. Senin sevgini emerek, insanlar ego sahibi olurdu. Sen aslında kocaman bir insansın, ben sana küçük diyorum. Çünkü; insanlar ne kadar uzaktalar ise o kadar küçük görünür bedenler birbirine, tepeden bakmak şart değil. Uzaklaştıkça, kalanlar küçülür. 
 Rüya Şehirler ve Kabus Sokaklarına bir giriş yaptık ve battık. Gömülerimize rastlayacak yeni bir ilham perisine kadar kelimeler yarım kalacaktır.

Artık


Bir bilsen, üşengeçlik edip o kadar çok ilhamı geriye gönderiyorum ki, insanlar ilham için ıkınıp sıkılıyor, ben ise sadece üşengeçliğimden ötürü vakit ayırıp bir şeyler karalamıyorum. Üstelik neşem fazlasıyla yerinde, babam için kafamdan övgüler yazıyorum. Çünkü; babam son zamanlarda üstün yetenekler sergiledi. Mesela, sınava uyanmam amacıyla kalkıp mızıka çaldı.(Normalde çalmayı bilmiyor.) 
 İnsanlar her şeyi kafalarında kuruyorlar, kurdukları oyuncakları takip edemeyince bir yerlerine çarpıp duruyor ve ödeme neden oluyorlar. Bazı şeyleri, az kurgulasak ve gerçekçiliğe biraz daha fazla yaslansak hayat bizi yormaz, sanırım. Çünkü; kişilerin yarattıkları bir dünya olmayınca, Yaratıcı sıfatına bürünmelerine de gerek kalmayacak. Bu da bizim için sağlıklı bireyler, uzun ömürler demek oluyor. Hayır, çevreye verilen zararlar bile rol icabı, hepsi içimizdeki biriken canavarın izlerinden kaynaklanıyor. Sürekli tüketim çılgınlıkları ile bünyemizi besleyip güçlendirdiğimizi değişimin ön ayağı olduğumuzu düşünüyoruz. Halbuki; değişim çoğu zaman bireyleri kabul etmez. Çünkü; tek başına gerçekleşen değişim, yavan kalır ve beklentilerinizin karşılığını alamazsınız.
 İşte tam bu noktada gerçekçi olmaktan söz ediyorum, kendimizi bilen kişi olmaktan.
 Düşünsene, sen kalkıp ben ölüyorum! diyorsun. Çevrendekiler sana yardım etmeden önce ölmeni bekliyorlar, çünkü yapımız böyle bir şeyleri gerçekten görmeyi seviyoruz. Bu karmaşıklığın nedeni yarattıklarımız ile unuttuklarımızın arasında sıkışıp kalmış olmamızdan kaynaklanıyor. Bir şeyleri sims oynar gibi yaratıyoruz, sevdiğimiz kişileri, yakın dostlarımızı… 
Oyun sarmayınca her şey başa dönüyor, tek bir tuşa basıyormuşçasına…
 Hayal alemini ateşe verip, sokaktaki dramın tatlı sıcaklığına kendinizi bırakın, bırakın ve gerçek bir oyun izlemenin keyfini hissedin.

25 Eylül 2011 Pazar

Geçen Gün

 Bugün 25 Eylül 2011, saat 04.55 ve Pazar günündeyiz. Neredeyse hemen her gün düşünebilmek için fazla vaktim oluyordu, ama öyle saatler var ki gece ve sabah ışıkları arasına sıkışmış, işte bu saatler arasında düşünmeye yönelmek insana bir şeyleri daha net gösteriyordu.

 Mesela, çalışıyorsan bilirsin. Sabahın ilk ışıklarıyla uyanıp işe gitmek için yola koyulduğunda gördüğün en net şey insanların hiç bir şeye aldırmayıp yollarına gittiğidir. O aldırış etmeyen bedenlerin altında yatanı biraz daha net görürsün. O saatlerde kimse senin nereye baktığınla fazla ilgilenmez. Ben bunu tecrübeyle sabit kılmıştım. Elbette ben henüz işe falan gitmiyorum, ama öğrencilik yıllarım sabahçı olarak geçmişti. Gittiğim okullar da evimden uzak olunca tek yaptığım şey hazırlanmak ve beni almak için gelen servise yönelmek oluyordu. Servise girdikten sonra bir cam kenarını seçip oturur ve dışarıyı izlerdim. E-5 üzerindeki araba topluluğunu geçtikten sonra işe yürüyen insanları izlerdim, işte onların yüz ifadeleri ve aceleci halleri bir şeyleri daha net sergiliyordu. 
 Bir insan çevresinde olup biteni net olarak anlamak istiyorsa, kafasını kaldırıp etrafında bulunan bedenleri seyretmelidir. 

 İnsanları çözebilmek için bir yogi kadar sabırlı olmanız gerekir. Mümkün olduğunca çok insan tanıyıp, çok azıyla yakın diyaloglar içine girmelisin. Herkesi sistemin merkezine oturtmaya kalkarsan, sistem bir noktada kopar ve ağırlıklar altında kalır. Fakat, yaşadığın sürece ne kadar insan tanırsan tanı, "kazık yememenin" bir garantisi asla olmayacaktır. Sen sadece, alacak olduğun yarayı en aza indirgemeye çalışırsın, ki bu da azımsanacak bir şey değildir. Sevdiğin insanı seçerken de bir hayli özen göstermen gerek, sevdiğin insanı çözebilmek için kendini kapatman gerekir. (Kendini kapatman gerekir, derken; Hislerini bir kutuya koyup, sağlıklı düşünmeye çalışman gerektiğini söylüyorum.) Sevgi, etkin bir kör etme aracıdır. Kişiyi kolay çözemezsin. 

15 Eylül 2011 Perşembe

Hoş Olmayan Değişim

 #Bazen değişim için başka bedenleri parçalamak gerekir. 


 Bunu bile bile yine ben değiştim, diyebilir misin? Hangi masumu katlettiğini söyler misin? Belki aklında kalan son çocukluk anını parçaladın ve sana kalan tek sıcak düşünceyi de soğuttun. Pişmanlık duyduğunu söylersen, yaptıklarının anlamı olmaz. Kafanı dik tutmaya da çalışma, asalet bazen bir insanın boynu bükük duruşunda gizlidir. Ben değiştim, diyordun. Birkaç gün önce ben değiştim, artık farklı bir hal alacak her şey, diyordun. Peki şimdi, sen değiştiğini kabul edecek misin? O halde katil olmayı seviyorsun, kan kokusu kullanacak olduğun tek parfüm...


 Birkaç gün önce yüzüne bakınca masum birini görüyordum. Fakat, sen değiştin. Bugün, bir katilin kemikli ve façalı yüzü senin bedeninde hayat buluyordu. Biliyor musun? Ben çok değiştim. Bunu inkar etmedim, kendimi bulmak için "Zamanın Efendisi" ile anlaşma yapmam gerekti. Bana en büyük katilin sıfatını sokuşturdu. Direnmiştim, eğer bunu kolaylıkla yapmış olsa bana o sıfatı elleriyle verdi, diyecektim. Fakat, korktum. Katil olmak neticede ne kadar sevilir? Bayramlarda elini öperken kaç çocuk iğrenecek? İğrendikleri kokunun kandan geldiğini kaçı anlayacak? Sen bir yıl içinde ne kadar değiştiğini sürekli olarak rapor edeceksin. Zihnin bununla gurur duyacak, kalbin ise bunları duydukça parça parça olacaktı. Fakat, kalp insanı sadece hayatta tutuyordu, senaryoda oynaman gereken rolü ise zihin üstleniyordu. Yani, her ne olursa olsun, zihnin kalbinden üstün geliyordu. Üstün gelmesi çok saçma diyeceksin, neticede kalp seni bağlıyor, neden ona itaat etmeyesin ki? Bunun cevabı çok basitti, sen bir insansın ve "Zamanın Efendisi" yerini doldurabilecek milyarlar tanıyordu. Bazen çoğalmak iyi bir fikir olmuyordu. Çünkü; insanlar çoğaldıkça daha kolay vazgeçiyor ve daha az değer veriyordu.


 Bunları hiçbiri gerçek insanların isteyeceği türden değildi. Aslında, bizi ayıran çizgi bu yolda belli oluyordu, biz gerçek insanlar değildik. Kendimizi saklamamız gerekmiyordu, yüz hatlarımızın güzelliği pek de önem teşkil etmiyordu. Çaldığımız ıslığın bize getireceği uğursuzluğu düşünmek büyük sorun değildi. Bizim için var olan büyük sorun hangi bedeni elde edebilecek olduğumuzdu. Hangi düşleri ele geçirip yıkmamız gerektiği ve hangi çocukları hatıralardan atmamız gerektiğiydi. Bunlar en büyük sorunlardı. Ne diyordun? Sen değiştin, öyle değil mi? Kendini bile bile ateşe atmayı tercih ettin. Kim için? Seni sevmesini istediğin birkaç et parçası ve sahte yansımalardan ibaret isimler için...


 İnsanları et parçası ve sahte yansımalarla tarif etmek pek de acınası, öyle değil mi? Gerçekçi olmak ve olayları  basitleştirmek hayat boyu acınası olmuştur. Olayları aslında basitleştirmediğinizi daha iyi bakış açısı sağladığınızı anlatmak istediğiniz vakit, yanıbaşınızda sadece bir rüzgarın ıslığı kalıyordu. Kişiler fazla duyarsız ve dikine kullanıyordu. Altlarında var olan arabaları hor kullanıp, ömürlerini kısaltıyorlardı. Biz burada devreye giriyorduk, tam olarak bu noktada pek de hoş olmayan değişime maruz kalıyorduk. İnsanların hor kullandığı o bedenleri, biz tekrar elden geçirip üstümüze giyiyorduk. 


 Ne diyordun?
 Sen çok değişmiştin, değil mi?
 Kendini bile bile ateşe atmayı seçmiştin, yazık sana ve senin gibi olmak isteyen tüm insanlara...

Uykusuzlar Parkı

 Saat 04.27'yi gösteriyor. Bir başlangıca atılım gerçekleştirdim. Bu süreye gelene kadar yine farklı aksiyonlar yaşadım. Kaybetmeye devam ediyorum, hızla en dibe çekiliyorum. Belki kıçım vurduğunda doğrulup zirve yapacağım, fakat zirvenin cakasını satmam için etrafımda bulabileceğim birileri olmayacaktı. Kanser olacağımı düşünüyorum, aslında tam olarak yer vurduktan sonra orada yıkılıp kalmayı düşünüyorum. Gözüm yılmamıştı, ama vücudum tüm direncini kaybediyordu. Benim için yasaklılar listesinde bulunan bir hayli şeyi yapmıştım. Hani kurallar yıkıldığında iş daha zevkli bir hal alır ya...


 Benim için zevk meşgalesine dönüşen pek de bir şey yok. Kendimi zehirliyor ve eritip bir kalıba döküyorum. Vücut şekilden şekle girerken çok yoruluyor, oturup şafağı izlemek varken sürekli gecede gündüzü yaşıyorum. Kolay değil, yalnızsın, yıpranmışsın, ders notlarında var olmayan hataları işliyorsun. Hoş kara büyücü de değilsin, yağmurun tenine değmesinden çekinmiyorsun. Islaklık seni kendine getiriyor, ama yazın dibine vurmuşken yağmurlar ufukta görünmüyor. Aklı dağılıp duran kişileriz, kimse kendini kaybetmediğini iddia edemez. Kimi biraz takviye ile dağılır, kimi kendi kendini durmadan etrafa saçar. Kendi kendini etrafa saçan insanları puzzle'a benzetmek mümkündür. Biraz takviyeden kastım, alkol ve türevi şeylerdir.

 Bunları bir parktan aktarıyorum, burada şafak geç söküyor. Çünkü; insanlar uykusuz, insanlar burada kendilerini zehirlemeden rahata eremiyor. Buranın fahri doktorasını elinde bulunduran insanlar tanımıştım. En uykusuz, en derine düşüp kalanlar onlardı. Kendilerini yitirmişler, onlar öyle söylüyorlar ama aslen kendilerine sahip çıkıp yeniden varoluşlarını sağlamışlardı. Park kentin haritasında yer etmiyordu, onu kolları altında barındıran sokaklarda kimse tarafından bilinmiyordu. Şehrin tüm lamba direkleri buradaydı, ama biri lambaları yenilemeyi unutmuştu. Burası alabildiğine soğuk ve karanlıktı. Şafak geç söküyor, ağızlarında tütün sakızları bulundurup zihinlerini biraz daha yatıştırıyorlardı. Kendilerini zehirleyerek yaşıyorlardı. Kaybetmek, bir yerden sonra sizin için gereklilik halini alıyordu. Kimse ile paylaşım yapmayı tercih etmezdiniz. Onca yılı yalnız ve yitik geçirirken sonradan gelme kendini arayan acemi ruhlarla karşılaşmak kendin için saygısızlık olurdu.


 Burası şafağı sökmeyen aydınlar parkı, burası huzuru bulamayacak olan uykusuzlar parkı buraya giriş için gereken tek şey imzalamak o paktı. Yıkık dökük binaların arasında, kollarını saran sokaklar var. Aydınlığı aramak bazen ruhu hafifletmiyor. Burası uykusuzlar parkı, buraya giriş için gereken tek şey imzalamak o paktı...

14 Eylül 2011 Çarşamba

Sandığımız Gibi

 #Bugün her şey çok farklı olacaktı. 

 Uyanacaktım. Sesi kulağımı ısıtacaktı. Nefesi, enseme değdiği müddetçe elleri kalbimi okşayacaktı. Yatakta, bir süre için şımaracak ama sonrasında ona kahvaltı hazırlamak üzere ben doğrulup mutfağa gidecektim. Saatler, bizi uyandırmaya çalışıp durmasa bir yığın olarak karşımızda durmayacaktı. Ben uyanmayı ve gerçeği görmeyi hiç tahmin etmiyordum. Rüyalar içinde sürekli olarak farklı katlara iniyordum, labirent yukarıdan aşağıya doğru gidiyordu. Bu işte bir terslik vardı.

 #Bugün her şey çok iyi olacaktı.

 Mesela, bugün ne olursa olsun, boğazım düğüm düğüm olmayacaktı. Kim gelirse gelsin, sarsılmayacak ve kapımı öylece açık bırakacaktım. Bugün, içilen kadehin ardına saklanan ne olursa olsun, gözlerim dolmayacaktı. Yüz hatlarımın beyaz dokusu üzerinde sırıtan kirli sakalım, bugün daha hoş bir görünüm alacaktı. Belki, bu onun hoşuna giderdi. Kim bilir, onun için çekici bir hal alabilirdim. Bugün belki bütün bendimi yıkıp, insanların arasına karışabilirdim. Bugün, seni de çağırıp her zamanki kafede birkaç sıcak sıvı tüketirdik. Belki o, sesini duymaktan haz aldığı kişiyi dinlemek isterdi ve ben onu ayaklarına kadar getirirdim. Ne de olsa onun söylediği her söz bir emirdi.

 Bir çatlak gözüme takılmıştı. 99'da şiddetli sarsıntılara maruz kalan evimde bile oluşmayan bir çatlak görmüştüm. Oysa olan biten bir şey yoktu. Bilmediğim bir şekilde sallanıyordum, sanırım 99'un etkisi üzerime öylece yapışıp kalmıştı. Ufak bir sinir harbinde veya ufak bir deprem sözcüğünün büyük etkisinde sürekli olarak sarsıldığımı hissederdim. Sandığımız gibi bir travma etkisi olmayabilirdi, ama bunu aileme hiç açıklayamamıştım. Onlar da fazla ilgilenmezdi, biz güçlü bireylerdik. Evet, biz yani kardeşim ve ben güçlü insanlar olarak yetişiyorduk. İradesi sağlam, fikirleri dik bireyler olarak yetişiyorduk. Fakat, zaman bize yanılgılarımızı göstermek üzere harekete geçti. Bizi önce aynalarla dolu bir odaya hapsetti, sonra bir fırtınayı başımıza nöbetçi olarak bıraktı. Kum taneleri, tepeden aşağıya geçiyordu ve düşen her tane bize yaklaşan bir sonu alenen gösteriyordu. Son kum tanesi düşerken hatırladığım tek şey, yüzüme patlayan gerçekler olmuştu ve irademden ödün verdiğim bir kişilik....

10 Eylül 2011 Cumartesi

Kontrolsüz

 #Tüm saflığımla bir insanı oynamak için çaba göstermiştim.


 Her şey bir sonbahar gününde imkansızlık ile başlıyordu. Yağmur, henüz odaya ulaşıp içindeki canlıya kendisini hissettiremeyecek kadar uzaktaydı. Sen de biliyorsun, üstüne bulaşmış olan lekeden kurtulabilmek için suyun azizliğine boyun eğmek gerekirdi. O sonbahar gününde "Doğa'dan Sorumlu Olan" bir çocuğa boyun eğdi ve vücuduna kan yerine yağmur damlalarının girmesini sağladı. Çocuğun öfkesine büyük fırtınalar gizledi, kollarının içine çok güçlü ağaç dallarını sakladı. Aslında her şey daha da karmaşık bir haldeydi, çocuk odanın içindeydi, ama açık bir okyanusta dalgalar boğuşan kaptandan daha farklı hissetmiyordu. "Doğa'dan Sorumlu Olan" ona biraz fazla yüklenmişti, neticede bunu yapması gerekiyordu. Çünkü; çocuk Azrail'in kucağına doğmuştu. Onunla savaşabilmesi için gereken gücü ancak acı çekerek elde edebilirdi.


 Zaman tuhaf geçiyordu, sanki kıyametin içinde bulunuyorsun, ama ona dışarıdan bakıyordun. Milyarlarca yüz, uzaktan hepsi aynı noktalardı, sadece ten renkleri onları birbirinden ayırıyordu. Yağmur sonrasında çıkan Güneş ile ortaklaşa yarattıkları eser olan Gökkuşağı'nı izleyerek kaldırımları arşınlıyordum. Genellikle kafamı kapatmadan üstümü mümkün mertebe açık bırakarak ama hasta olmamaya özen göstererek yağmurun ve rüzgarın tenime değmesine izin verirdim. Tanrı beni onlarla başbaşa bırakmıştı, bir de hırçınlıklarım, kaprislerim ve daha nice berbat özelliğimi de yanımda bırakmıştı. Biliyor musun? İnsan kendinden sorumludur. Sağda solda ben yalnızım nidaları atan ama bulduğu ilk fırsatta birileriyle flört eden insanları da anlayabilmek mümkündür. Yalnızca onlara gıcık olmak ya da onları öldürmek için sebep olarak kendi halinin daha içler acısı olduğunu söyleyebilirsin. Olaylar çok kopuk olarak gerçekleşiyordu, neticede ben zamanın efendisi değildim. Çok önceleri doğmuş olan o çocuk hala daha büyüyordu. Büyürken zaman ne de zor geçiyordu.


 Birileri çıkıyordu, hani hayatta o karşımıza çıkacağına inandığımız türden birileri...


 Sen o birilerini elde etme çabası içinde eriyip gidiyordun, "Doğa'dan Sorumlu Olan" senin bu yaptığın israfa kızıyordu. İsraf, dememin sebebi ise sana verdiklerini hor kullanıp yıpranmalarına sebep olmandan kaynaklanıyordu. Kendini yormuştun, ciğerine aldığın o lekeler, üstünde birikmiş olan yaralar, kalbin deneme tahtasına dönmüş. Ruhun senden nefret ediyor, en çok sevdiği kelimeleri ondan almıştın. O seni incitmemeyi seçti, yaptıklarına rağmen o burada kalıp bekliyordu. Sanırım buna "umut" ve "sabır" kelimeleri anlam veriyordu. Unutmamak gerek, ruh bir zamanlar bu kelimelerle hayata tutunuyordu. Şimdi, bu kelimeleri duymak göz bebeklerinin kanla dolmasına yetiyordu. Belirsizlikler hayatında sürüp giden bir akıntıdan ibaretti, akıntıya dışarıdan bakıyordu ama yine de onun içinde boğulduğunu hissediyordu. Kopukluk, her şeyi yarına erteleyip bugünü boş bıraktığını düşünüyor ve uyuyana kadar uzandığı noktadan tepesindekilere bakıyordu.


 Ne kadar muazzam değil mi?


 "Doğa'dan Sorumlu Olan" onun bu başıboş hareketlerine kızmıyordu, aksine onun için endişeleniyordu. Bedenler birbirinin aynısıydı, fakat ruhlar başka türlüydü. Ruhlar, bedeninizin üstündeki ince tül, zihninizin ortasında bulunan tahtın sahipleriydi.


 Sahi siz bir zamanlar nelere sahiptiniz?


 Dahi anlamında aptal kişilikler toplumdan ayrı tutulurdu. Gruplaşmaların içinde yer alıyorlar, o grupta bir kral bulunuyor, demekti ve o kralın bir soytarıya ihtiyacı vardı. Grubun içinde prim sağlanabilecek bir soytarı olması büyük avantajdı. Gerçekteyse, bir ruh üzerinden prim sağlamak acınası durumdu. Toplum sorumsuz ve bilinçsiz bireylerden oluştuğu için bu son derece zeki bir davranış olarak görünürdü. Zaman geçiyor, daha geniş bir kitle, daha geniş bir akım boy gösteriyordu. Çocuk genellikle akımlara dahil olmamak için çalışıyor, bunlara dışarıdan yorum zarfları bırakıyordu. Çocuk genellikle seviyor, sonra yoruluyordu. Bir köşeye çekilip gücünü toparlamaya çalışıyordu, aslında "Doğa'dan Sorumlu Olan" ona çok fazla güç yüklemişti ve bunu taşımak ağır bir hal alıyordu. Zaman geçtikçe, yarattığı bombalar kendi içinde patlıyordu. Yaraları zihnine taşmıştı, onlar kanamaya devam ettikçe elleri durmadan işliyordu. Onlar kanamaya devam ettikçe kelimeler akıntı yoluyla dudaklarına ulaşıyordu. Bazen boş sokaklarda yürürken, kulaklarını dolduran bir melodi ile karşılaşıyordu. Melodinin ruh haline verdiği şekille gözleri kimi zaman doluyor, kimi zaman gülüyordu. Zaman geçiyordu, ama zamansızlık hücrelerine kanser misali hücum ediyordu. Belirsizlikler, kopukluklar, karanlıklar....


 Bir hayal kurmuştu, oyuncak legolardan hayaller...


 Plastiği eğip, bükmek zordu ya da kırmak, ama neticede biri ateşi buldu ve üstüne gitti. Kurduğu hayaller, yerle bir olmuştu. "Doğa'dan Sorumlu Olan" içindeki güç ile onu terk etmişti. Serseri bir mayını topluma salık halde bırakmıştı. O zaten yalnızdı, gidenlere alınmıyordu ve hatta o da giden tarafta o bulunuyordu. En kolay yol, yaptığını yıkmaktı. Biri onun oyuncak legolardan kurduğu hayalleri yaktı, ama hayalleri biz senin içindeyiz, dercesine yanığın etkisiyle kokularını bıraktı.


 Hayaller, onları kuran ve yıkanlardan daha gerçekti.

6 Eylül 2011 Salı

Islak Kovan

Soluk akıllarımızdan dışarı bakan fikirler,
Titrek isteklerimizin kendini gösterme çabası,
Bir yaz günü esen rüzgarın hissettirdikleri,
Belki sonbaharın kendini duyurması,
Belki hırçınlığımızın bize getirdikleri...


Kelimelerim yine birbirine dolanıyor,
Çok mu fazla üşüyorlar, çok mu yalnızlar?
Onları idamda karşılayan ipi arıyorlar,
Aybüke altında çalıyor, tüm marşlar...


Bir nefes karşısında, huysuz bir adam,
Anlam vermeye çalışmadığı ifadeler...
Kendi anılarında yer etmeyen bir ortam,
Kelimler yine yanlış yola düştüler.


Bir hırs ile doluyor, gölgen karanlığıma,
Aslında senin gölgen, benim karanlığım,
Nefesin yavaşça karışıyor, ıslaklığıma
Güldüğün karelerle doğuyor, aydınlığım.


Bir Kasım ayında gelişini kutluyoruz,
Yirmi tane mum var masanın üstünde
Yirmi küçük anlamı ateşe sığdırıyoruz,
Yirmi kısa madde kağıdın üstünde...


Aynalarda, güzel bir yüz aramıyorsun,
Düş bahçeni ısıtacak insanla birliktesin,
Hücrelerine yeniden hayat aşılatıyorsun,
Son peronda, o adamla birliktesin.


Satırlarım, o masadaki mumlar gibi eriyor,
Şafağa daha çok var ama gitmeye hazırsın,
Kapının dışında, hayatının başı bekliyor,
Çıktığında kaybedecektim, ama sen yeniden doğacaksın.

26 Ağustos 2011 Cuma

Galiba

 Uzun zaman öncesine kadar kendime bir söz vermiştim. Bir söz ve bin pranga çektiğim bir yürek taşıyordum, kendime verdiğim binlerce sözden biri daha çok öne çıkıyordu. Yalnızca ben kendime her gün bir sürü söz vermiyorum, bunun farkında olan biriyim. Sen de belki günde birkaç kez sözler alıp, veriyorsun. Yapamayacak olduğun ya da yapmak istemediğin sözler...
 Acı olan şu ki, sözleri tutamamaktan ziyade onları unutmak daha çok can yakar. Klişeler üstüne kurulu hayatlarda, namuslu insanlar sözlerine önem verir. Ben ölümden korkmayan biri olarak (en azından buna inanıyorum) eskisi kadar çok söz vermemeye özen gösteriyorum. Çünkü; yaşamış olduğumuz Dünya ve zaman karşılıksız çeklerle çalışmamayı bir düstur haline getirtiyor. 
 Hah... Ben ne diyecektim?
 Birkaç gündür, öylesine gülüyorum ki hayatımda sanki hiç bu kadar eğlenceli diyaloglar kurmamış gibi hissediyorum. Sebebi ne mi? Sebebi; net olarak tanımadığım bir küçük kız. (evet, sana küçük kız demek istedim) İlk kez sebepsiz bir bağlılığım bu kadar keyifli hale geldi. Bazı hayaller kuruyorum, bozulabileceğini bildiğim ve hatta boğazımı düğüm düğüm bir hal aldırdığında bozduğum hayaller... (evet, uyanık biri olarak hayallerimi uyanık kuruyorum) Sanal hareketlerini hemen hemen ezberledim, ne zaman çıkacağını ne zaman işi eğlenceli kısma getireceğini kestirebiliyorum. Elbette, yine ufak keşkeleri masamın baş köşesinde ağırlıyorum ve onlara hiç gitmeyip yatıya kalabilecekleri bir yer olduğunu söylüyorum. İnançlarımız bize sığınabilecek olduğumuz bir nokta sunuyor. Belki, her şeyi önüne hazır bir halde getirmiyor ama yine de sana yaşaman için yapman gerekeni gösteren ipuçları bırakıyor. İpin ucu, evet...
 Bazen bir ipin ucu gözlerimi dolduruyor ve onunla türlü türlü yöntemler düşünüyorum. (fantezik olan arkadaşlar, lütfen arka sıralara) İpin ucunda yürüyorum, ulaşabileceğim bir şey arıyorum ama kafamdakinden öteye giden hiç bir şeye rastlamıyorum. Bir ip parçası elime dolanıyor, beni bağlayacağını düşündüğüm sırada elime bir zırh parçasıymış gibi sarılıp sokuluyor. Yüreğim elime dokunuyor, dilime dolanıyor. Konuşmak, yutkunmak eylemine yenik düşüyor ve boğazımda arkası kesilmeyecek olan bir tırmanış başlıyor. Kelimeler, hiçbir ekipmana sahip olmaksızın dışarı çıkma mücadelesi veriyor. Hani, yazışırken patavatsızlık edip sana bir mesaj verircesine kelimeler yolluyorum ya...
 Bu kelimelerin çıkışı, tırmanışı başarılı geçen birkaç deli dolu harf dizesinden geçiyor. Gizli kalmayı sevmiyorlar, zira geçen yıllarda gizli kalan her kelime ile bir kaç kalbi kaybettim. Yılların telafisi olacağını söyler, teyzem. Belki doğru söylüyor, belki çok ince ayrıntıları atlıyor ama bir gerçek var ki insan evladı anı iyi değerlendirdiği sürece geçmiş bir tozdan ibaret kalıyor. Eğer, benim gibi astım hastası değilsen(iz), tozlar size işlemeyecektir ama yok efendim, ben astım hastasıyım diyorsanız, size gereken tek ilaç biraz sevgidir. Zira, astım vücutta baki kalan, sadece iradeniz güçlendikçe zayıflayan bir hastalık....
 Kelimelerimi yutuyorum, asla net olarak haykırdığım zamanlar yaşamadım. Beni anlayacak bir insan(bu belki sen, belki bir başkası) çıktığı zaman sözcüklerimde yatan çığlıkları farkedebilen insan olacaktır. Uykusuz kalmak her zaman bir sebep taşır. Çünkü; uyku insanın en umursamaz anıdır ve uykusuzluk duygu selinin getirdiği bir acıdır.

Seni Sevecek

Sen bir kadındın. Bense içinde terk edilmiş bir ülke barından bir adamdım. Sen bir kadındın öyle ki seni sevecek birileri her daim oluyordu. Bense yalnızlığımı biraz olsun hafifletebilmek uğruna bir sahilde uyuyan geminin koynuna tüneyip, uçuşan martıları ve onlara erişmeye çalışan dalgaları izlerdim.
Bir gün yıkık dökük kelime hazinemle sana bir şeyler yazmak istedim. Senin dışında her şeyi kağıda döktüm. Etraf o kadar dağılmıştı ki toparlamaya çalışırken kendimi kazanmaya başladım. Kendimi kazandıkça farklı bir kimlik üstüme çöktü. Günler gitgide uzuyordu ve senin dışında herkesi görmeye başlamıştım. Artık koynunda uyuduğum geminin birkaç katı büyüklükte bir gemi sahibiydim. Üzerine konan martılara ve çarpıp duran dalgalara küfür ediyordum. Geceleri kamaramda bir mürekkebi elime alıp, önümde duran kağıdı çok farklı şekillerde üzerine saçıyordum. Senin dışında her şekil beliriyordu. Ben farklılaştıkça seyrim uzuyor, senin dışında her düşünce aklımda tezahüratlar yapıyordu. Günler kısalıyor, aklımdaki kalabalık artıyor, sesler mırıltıya dönüşüyordu. Senin dışında herkes bana sokuluyordu.
Sen dışında her şey gelip geçmişti ve yıllar tükenmeye yüz tutmuştu. Sakalım uzuyor, gözlerim yüzünün yansımasını yitiriyordu. Ben bir gece ateşlenince kağıda adını sayıklatabilmiştim. Sabah seni kağıtlarda görmüştüm. Sayfalar etrafımı çevirmiş, senin suretinle dolup taşmıştı. Sen öylece bakıyordun, ben ruhuma emir vermiş bavulları toplatıyordum. Senin dışında herkes beni çoktan terk etmişti. Dışarıda bir araba beni bekliyordu, olmayan bir dünyada tura çıkacaktık. Sen bana öylece bakıyordun, benim yerime seni bırakmayan ve sürekli seni sevecek olan insanlar etrafına bir sur örüyordu.
İçimde dolanan kan çekiliyordu. Kelime hazinem korsanlar tarafından soyulduğu için pekte bir şey söylemeyi beklemiyordum. Gözlerin aşırı bir hevesle bana bakıyordu. Benim söyleyecek pekte bir şeyim kalmamıştı, içimde kurulu olan kamptan tek kalan geceleri yakılmış olan ateşin külleri idi. Ben artık gidiyordum ve benim yerime herkes "seni sevecek" idi. Ardımdan kalan boşluğu rutin bir işleyiş dolduracaktı. Ben şimdi hiç istemeden ayaklarıma prangalar vurulu bir halde gitmiştim ve herkes sonsuza dek "seni sevecekti".

20 Ağustos 2011 Cumartesi

Kabullenmeli

 Aslında o vücuttan önce duyguların geldiğini ve duygularını insanlara nasıl sunacağını bilse belki hislerimi anlayabilirdi. İnsanlara baktıkça erimeye yüz tutan bir kalbim var. Onlardan nefret emiyor ve kumpas planlarını önlerine kusuyorum.


 Ben anlaşılmayan bir kutu olarak kalmaya devam edeceğim, kimse için değişmemeli...


 Ruhlar parlaklığı sevseydi, gölgelerimiz geceleri karanlığa gömülmezdi. Kimliklerimiz, elimizdeki pimaş kaplı kağıtlardan ibaret olsaydı, belki karakterimiz daha sabit olabilirdi. Düşünmek, düşürmek, üşüşmek, üşümek ve eylemsizlik hali...


 Her şey bir özne ile başlayıp fiil ile son buluyor. Sonu getiren salt bir eylem oluyor. Fakat, bizim için önemli olan sonumuzu getiren eylemden çok bu eylemi kimin yaptığı oluyor. Oysa ki, her şeyi bırakıp kabullensek ve bir şeylere saldırmak için aranıp durmasak daha kolay olurdu. Değil mi?


 Değil! Aslında bu kabullenişler bizi sürü psikolojisinin varoluşuna inandırdı. Bizler her şeyi kabul edip, bir köşede infazımızı beklemesek böyle olmayacaktı. Gökyüzü beni boğuyor, Güneş ışığı uykularımın ortasında doğup göz yuvalarımı acıtıyor. İnanmak istemiyorum! Her şeyi kabul etmek ve sonu beklemek bize göre değil. Tanrı bize verdiği aklı boş bırakmamız için vermedi. İnsanlar neden fikirlerine sahip çıkamazlar?


 Her şeye sahip çıkabilirsiniz. Ancak, gerçeği gördüğünde ve fikrinin yanlış olduğunu anladığında direnmeyi bırakmalısın. Çünkü, körü körüne bir fikre bağlı kalmak, kör cehaletten başka bir şey değildir. Şu yazılarımı daha derin bir felsefeyle süslemeyi çok isterdim ama devlet ne yazık ki okuduğum okula yetkin bir felsefe hocası vermedi. Gerçi, ben de sayısal öğrencisiyim, ne işim var felsefeyle değil mi? Öğretmenler böyle düşünüyor.


 Kabullenişler bittiği vakit, sevgiler ve fikirler daha dirençli olacaktır.

17 Ağustos 2011 Çarşamba

Kimse Olmak

 Bazen bir kimse olsan, Dünya'nın en şanslı insanı olduğunu hissedersin.  
 Hissedersin, bunu yanlış kullandım. 
 Aslında, birden fazla düşünce yapısına sahip üçüncü tekil benlikler edinmedikçe neler hissetmen gerektiğini ya da ne yapman gerektiğini tam olarak öğrenemezsin. Sessiz kalmak istediğinde bir kopyayı karanlık kuyuya gönderip, içine girebilirsin. Belki o gün herhangi bir durumda çok şanssız olabilirsin ve kaybolmak istediğinde hafızanın kapılarını arkandan kilitleyebilirsin. Belki hoşlandığın insanla işler umduğun gibi gitmedi ve tekrar bir şansa ihtiyacın vardır, o halde aynı noktaya gelebilmek için yeni bir beden inşa edersin. Rüyalarımız gerçekleştiğinde "kimse olabilir" ve canın yanmadan hayatını yaşayabilirsin. 
 Ne yazık ki, bunları yazarken aklımın sokaklarında bir iç çatışma yaşıyorum. Gerçekçi bakış baskın geliyor ve yazdıklarım midemi bulandırıyor. Hayaller o kadar uzaktaki onlara erişmek isterken uykuya dalıyorum. 
 Sahi sen uykuyu sevmezdin, neden bu üstündeki ağırlık? Aşk insanı uyutuyor, öyle değil mi? Çünkü, içindeki rüzgarı sakinleştirmek ve önündeki toz pembe düşleri senden uzaklaştırmasını engellemek istiyorsun. İşler zora girip aciz bir hal ile karşı karşıya kaldığındaysa, idama götürülürken bir mahkumun üstüne giydiği umursamazlıktan sen de giyiyorsun. Belki o prangaları saklayabilsen, insanlar suçlu olduğuna dahi inanmayacaktı. Leş gibi duvarlar, çiziklerle dolu duvarları gül bahçelerinde gezerken yarattığında "biraz kimseleşiyorsun" ve yalnız kalabiliyorsun. 
 Kışın ortasında, yazın hissetiğin duyguları hissedebildiğin zaman "belki farklı", "belki biraz deli" oluyorsun. Aslında, duygularını öldürüyor ve "bir parça kimse" oluyorsun. Camdan dışarı baktığında, gördüklerin yerine göremediklerini yazdığında "insanlar için sessiz" oluyorsun. Sen inadına Türkçe'yi düzgün kullan, sesli harfleri düşürerek kelimeleri solduranlara inat ve belki o zaman sen "boş bir kimse" olursun. Bazen çok dikkat, insanı boş gibi gösterebilir ya da çevrede böyle bir algıya neden olabilir. Karanlığı, ışıkla parçalayıp içine çekirdek insanlar koyduğunu düşün. Arkana yaslan ve kimsesizler diyarının kralı olduğunu hayal et.
 Bir bardak kahve ister misin? Düşünmek için tekil olmak gerekmiyor, sadece hatırlayabilmek için boşluğa uzanmak gerekiyor. Oturmayı denemelisin, bazen uzanmak yerine kaskatı kalıp hali hazır bir biçimde bulunmalısın. (Kısacası, Léon gibi olmalısın, yerse.) Umutlar, var olan şeylerin devamlılığını sağlamaz, çeşitlilik dersek belki ama umut kavramı hiç var olmayan şeyleri desteklemek için yaratılmıştır. Ah evet, çok yorgunsan uzanmayı dene, kahveni yudumlaman için kamış getireceğim. Kendimle konuşuyorum, belki biraz da "kimse olmak" için bu en etkili yoldur.
 Sabah oldu, satırlarım bitmedi ama daha fazla yazmayı sürdürmediğim için yayınlamaya karar verdim.

12 Ağustos 2011 Cuma

Terslik


 Gün içerisinde bir anda tüm dağların üstüne yıkıldığını düşün, o dağlar birbir seni ezerken düşündüğün gibi bir film şeridi her zaman için gözlerinde oynamaya hazır değildir. Her şey insanların düşündüğü gibi gitse ve bitseydi. Sorunun anlamını dahi bilemezdik. 
 Ben bu yazıyı, bir terslikten fazlası için yazıyorum. Bazı şeylere insan kendini fazla bağlar, bu tıpkı bir insanın hep aynı kalması, fakat onunla ilgili her “güzel” hayalin yeni baştan kurulabilmesi gibidir. Sorunun merkezi her zaman hayallerdir ama bizler insanlardan tepki aldığımız için duygularımıza yüklenmek yerine insanlara küfrederiz. Satırları tamamlamak zor bir hal alıyor, bu gece çok yorgunum ve sanki oluşturduğum hayali duvarı bir vinçle yıkmışlar. Arkam rüzgar alıyor ama ben yine de terliyorum, sanki bir sınavın ortasında okunmuş suyumu unuttuğum aklıma geliyor ve hiç gereği yokken strese giriyorum. İnsanları güldürmek hoşuma gidiyor ama bazen ağlatsam hiç fena olmaz diyorum. İşler her zaman tıkırında gitmiyor ya da hayat her zaman “ballı süt” (çok severim) tadı vermiyor. Bunları aşmak hep zaman kalıyor, zamanla atılan çığlıklar duvarları aşındırıyor. Ben boş gözlerle bakıyorum, insanlar ise beni halimden memnun sanıyor. 
 Bir terslik kulağıma; “sen bittin” diyor ve ben bir süreliğine fişi çekilmiş bir makineden farksız oluyorum.

3 Ağustos 2011 Çarşamba

Uykusuz'un Kıssası

Uykusuzluğa aç bir insan tanıyorum. Sabahlamak ve geceleri hiç etmek en çok zevk aldığı şeylerden sadece birkaçıydı. En güzel rüyalarını uyanıkken görüyor, uyurken gördüklerini inşa ediyordu. Onun başkaları gibi hayalleri yoktu, hayalden ziyade onun bazı istekleri vardı. Kesinleştirmek için uğruna ter dökeceği isteklere sahipti. Birkaç yıllık tecrübelerden sonra hiçbir isteğin uğruna çalışmadan erişilemeyeceğini anlamıştı. Yaşadıklarından ders çıkarabilme yetisi, onu acıya karşı dirençli hale getiriyordu. İnsanların olmaları gerektiği hallerin, bir kısmını “uykusuz” içeriyordu. İlaçsız bir yaşam sürerek direnç halini güçlendiriyordu. İlaçlarla geçirdiği, altı yıllık süreçten sonra ilaç almamayı kendine karşı bir zorunluluk haline getirmişti. İnsanları kendilerini bilmeden yaptıkları şeylerin ne kadar aciz bir hal doğurduğuna yakından tanık olmuştu.
 Tahribata uğramış, kırmızı renkte bir kristale sahipti. O kadar çok kişi bu kristale dokunmuş ki kristal ona dokunan herkesin izini içinde saklamaya başlamış. Bazen olduğu yere kapaklanıp bir nida ortaya koyuveriyor. Yanından geçen kimse eğilip ona bir el uzatma girişiminde bulunmuyor. Fani bir ortamda insanlar ne kadar ilgili olmalı ki? Her şeye vakit ayırırsak ve eğer her şeye yetişebilecek kapasiteye sahip değilsek, asıl yapılması gerekenleri ne edeceğiz? Hep bir yarım kalma korkusu ile yaşanılır. Zamanı doğru kullandığınız sürece, hep bir yarım kalma korkusu boğazınızda tasma gibi asılıdır. Fakat, uykusuzluk çektiğinizde ve geceyi gündüze yama yaptığınızda sorunları aşmak kolay bir hal alır. İç dengeniz yerini bir uzay boşluğuna bırakır ve sizi anlık manzaralarla karşı karşıya getirir. Bu sabrınızın ve dayanıklılığınızın sınanma şeklidir. Zamana karşı gelebilmek için onu dondurmak gerekmiyor, tam aksine zamanı çok hızlı yaşayarak kapasitesinin üstünde anıyı içeri almak, zamanın canını daha çok yakacaktır.
 Ne diyorduk? Uykusuz, o insanlardan daha fazla düşünmeye vakit ayırıyordu. Gözleri açık olduğu her süre içerisinde fikirlerin ve hayallerin beynini zapt etmesine izin veriyordu. Bir konu gerçekten doğruydu. İnsanlar yalnız kaldığında daha çok düşünüyordu. Peki beynimizi kullanmak için yalnız mı kalmamız gerekiyordu? İşlevselliğimize şekil verebilmek için savaşmamız gerekiyordu. Bunun içinse, irade sahibi olabilmek ve rahatlıktan sıyrılmak temel esastı. 
 Uykusuzluğu nasıl mı başarıyor? Geceyi gündüze yama yapmayı ya da yıldızları bulutların üstünden kaydırmayı nasıl mı başarıyor? Asıl işlerinin yanı sıra sürekli başka şeylerle uğraşıp on yere aynı anda koşmaya çalışıyordu. Bu yüzden uyanık halde rüyalara dalıp uyurken karanlık bir kuyudan aşağıya ip sarkıtıyordu. Uykusuz bir şafağa doğmuştu, gürültülü bir sonbahara…